40'lı Yıllarda Türk Şiiri ve Niyazi Akıncıoğlu

40'lı Yıllarda Türk Şiiri ve Niyazi Akıncıoğlu

Zeynep Aliye

"Mevsim, faslı bahardır;
Gecedir ve mehtap vardır.
Ve sen,
Bir kavs-ı kuzahta yürür gibi köprülerdesin.
Şataraban makamından bir şarki
dudaklarında
Düşünür, çözemezsin:
Bu naz-ı istiğna, bu avaz neden;
Neden yarı eğilmiş suya dallar?
Öyle ferman etmiş eden kimseler bilmez,
Gönül bir top ibrişim
Sarılırsa çözülmez."

Niyazi Akıncıoğlu

Türk yazını sözlüklerindeki 'Niyazi Akıncıoğlu' maddesine baktığımızda umulur ki şunları okuruz:
Şair. 1919'da Kırklareli'nin Kurudere Köyü'nde doğdu. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirdi. Kırklareli'nde serbest avukatlık yaptı. 1 Şubat 1979 yılında Ankara SSK Dışkapı Hastanesi'nde öldü. İlk şiirlerini 1938'de "Haykırışlar" adlı kitapta topladı. 1951 Tevkifatında bir grup köy enstitülüyle gizli örgüt kurmaktan tutuklandı. Akıncıoğlu halk şiiri geleneğinden beslenen toplumcu şiirleriyle tanınmıştı. Cezaevinden çıktıktan sonra münzevi bir yaşama yöneldi. Ancak 1970'lerde yayınladığı şiir çalışmaları ile yeniden adından söz ettirdi. Şiirleri ölümünden sonra Umut Şiirleri adıyla 1985 yılında Hacan Yayınlarmca kitaplaştırıldı.
Bu anlatım, bilgilendirme biçimi okuyanda ne ölçüde ilgi uyandırır, onu ozana ne ölçüde yaklaştırır; bilemiyorum. Ama kanımca Akıncıoğlu gibi şiire çok erken yaşlarda başlayan, kısa zamanda yazın dünyasında şiiriyle kabul gören, ancak tam da başarmışken kapılarını kapayıp bir bakıma yalnız yaşamaya çekilen, kendisini unutulmaya bırakan bir ozanı anlayabilmek, şiirlerini değerlendirebilmek için çok daha fazla ve derin, içtenlikli bilgilendirme araştırma gerekir.
Niyazi Akıncı'nın, gözünü açtığı tarihsel coğrafyayla, içinde yetiştiği ekonomik, toplumbilimsel, ruhbilimsel ve ekinsel yapıyla yani onu biçimlendiren tüm iç ve dış etmenlerle ele alınmasından söz ediyorum.
Peki toplumcu gerçekçi şiirimizin olduğu ölçüde aydınlanma devinimimizin de yüz akı 1940 Kuşağının önde gelen ozanı Akıncıoğlu'nu biçimlendiren, onun şair mayasını oluşturup yoğuran, onun şiirini oluşturan etkenler nelerdi? Şiirlerindeki ses, tını, ritim, renk ve kokunun kaynağı neydi?
Hangi onur kırıklığını yaşamı boyu taşımıştı? Öyle ya, gün gelip insanlardan uzak bir yaşamı seçişinin kimi nedenleri olmalı. O insanlardan uzak yaşam ki şiiri bile bırakmasına, tüm çevresinden kopmasına, bir başına kalmasına yol açmış,

"Selamın geçiyor besbelli / Yeşerdi telgraf telleri"

dizeleriyle yüreğimize umut tohumları saçan ozanı artık kimseden selam filan beklemez bir ruh haline kaydırmıştır...
Onun ilk şiirlerini kaleme aldığı 1930'lu yılların ortaları, Genç Türkiye Cumhuriyetinin en coşkulu, en heyecanlı günleridir. Onuncu Yıl Marşı haykırılmaktadır her yerde. Emperyalizme karşı savaşı kazanmış olmanın haklı kıvancını taşımaktadır tüm halk. Osmanlıcaya karşı halkın konuştuğu Türkçeyi savunan Cumhuriyet Dönemi yazarları, aynı zamanda konu ve biçem olarak da halk şiirine yakın ürünler vermektedirler.
Özellikle de Niyazi Akıncıoğlu gibi sınır boyunda doğup büyüyenler açısından çok daha anlamlı, güçlü bir duygu halidir 'istiklal ve istikbal', bugünkü dilimizle 'Özgürlük ve Gelecek' o günün insanları için de en temel iki kavramdır. Çünkü Osmanlı sürekli olarak Batı'daki topraklarını vere vere geri çekilirken sınır boyunda yaşayan halklar birer birer kopartılıp alınmıştır ana yurtlarından. Tıpkı gövdelerinin birer parçasını daha yitirmek gibi. Ancak 1923'te, Cumhuriyetin ilanıyla sonunda güvenli bir noktada olduğuna inanmıştır insanlar. Uzun yıllar süren terk edileceği "psikoz"u sona ermiş, gece yatarken kendisinin olan her şeyin, sabah kalktığında artık onun olmayacağı saplantısı bitmiştir. Her an yurdunu, ailesini yitireceği karabasanından kurtulup uykulara dalabilmek erinci de diyebiliriz.
Niyazi Akıncıoğlu'nun 1935-1938 arası yazdığı şiirler işte böyle bir bölgesel toplumsal duygulanımı ele vermektedir. Orhan Saik Gökyay, Faruk Nafiz Çamlıbel, Nihat Sami Banarlı, Nihal Atsız, Namdar Rahmi Karatay gibi ozanlardan etkilenmektedir. Genellikle coşkulu, heyecanlı, halk yazını özelliklerinde, yurt sevgisini, insan sevgisini işleyen "milliyetçi" şiirlerdir yazdıkları. Karşıdır, çünkü karşıdadır ve yalnızca karşıdadır artık. Esas olan Yurtta Barış Dünyada Barış'tır.

"İmkân ki yıldızlar kadar uzak
Ve arzular ölüm kadar yakın,
Şafakla beraber başlayan akın,
Yıldızlarla ölüm arasında.

Nal sesleri köpürmüş atların
Göğsüme yatınca dinlediğin,
Nal sesleri, -içinde maviliğin-
Bir akarsu; değişmez macerasında.

Dinle, sabrın yeterse göğsümde
Nal seslerini ki uzaklaşmada,
Ve atlar menzile yaklaşmada,
Harp bitmede iki gönül arasında." (1939)

Beri yanda Almanya'da "nasyonal sosyalizm" güçlenmektedir. Ama faşizm, maskesini henüz çıkartmadığı için ülkemizde de "milliyetçilik" ve "ırkçılık" arasındaki çizgi hâlâ belirsizdir. Akıncıoğlu'nun o yıllarda yazdığı milliyetçi, Turancı şiirleri böyle hem uluslararası hem bölgesel ölçeklerden değerlendirmek gerekir. Niyazi Akıncıoğlu'nun Bursa Lisesi'nde okuduğu yıllardır sözünü ettiğimiz. “Haykınşlar” adındaki şiir kitabı da o sırada yayımlanmıştır.
O, Bursa Lisesinden öğretmeni Orhan Saik Gökyay'ın ve Nâzım Hikmet'in bu dönem en çok etkilendiği adlar olduğunu söyler hep. Özellikle de Haykırışlar'da bu iki ozanın izlerine çokça rastlamak olanaklıdır. Zaten bu ilk kitabını da "Gençliğimin samimi duygularıyla ördüğüm bu manzum demeti hocam Orhan Saik Gökyay'a" diye yazarak sunmuştur öğretmenine.

"Gündüz fenerle gezen Diyojen baba gibi,
Ben de kandille çıktım Güneşler diyarına,
Koparıp atamadım göğsümde çarpan kalbi,
Mısra örmek istedim onun duygularına"

dizelerinde olduğu gibi coşkulu, romantik şiirlerden örülmüş bir kitaptır Haykırışlar. Ama yukarıda değindiğimiz gibi, günün, dönemin olumsuz koşullarına bağlı olarak gelişmiş ileri bir "milliyetçilik", yurtseverlik, heyecanlı bir "idealizm" de gözden kaçmaz. Nitekim kitaba adını veren Haykırışlar şiirinin şu dörtlüğü, fikir vermek adına iyi bir örnektir:

"Güneşli bir su gibi içtim ayın tasından
Şiirime ilham aldım ilahların yasından
Dolu dizgin uçarken ülkümün arkasından
Önüme dağlar değil, ölüm çıksa aşarım
Gam yemem kış gelse de solsa da yine bahar
Yoluma çiçek diye gönlünü serer kızlar
Destanımı göklere işler benim yıldızlar
Ben bir yılda dört yüz yıl dört yüz bahar yaşarım"

Çok genç olmasına karşın dönemin İnsan, Ses, Pazar Postası Yeni Edebiyat ve Yürüyüş gibi önemli dergilerinde şiirleri ilgiyle izlenen bir ozan olmayı başarmıştır Niyazi Akıncıoğlu, kuşkusuz yıllar içinde şiirinde gerek biçem gerek öz olarak farklılaşmalar görülecek, şiiri olgunlaşacak ve 40'lı yıllarda kendi özgün sesini bulacaktır. Ayrıca gün gelecek Asım Bezirci'nin, "Akıncıoğlu, Nâzım Hikmet'ten sonra, ama Enver Gökçe ve Ahmet Arif'ten önce halk şiirinden yararlanan ilk toplumcu şairdir" sözleri Akıncıoğlu şiirini çözmemizde önemli bir anahtar olacaktır. Nitekim gerek Halk şiiri geleneğinden, gerekse Divan şiirinden yararlanıp kendine özgü bir şiir dili kurabilmiştir ozan Niyazi Akıncıoğlu. Geçmiş ekinsel donanımımızla övünç duyar, ama onu sahiplenirken aynı zamanda halkın ekinsel donanımını, halkın dilini, deyişlerini de sahiplenen bir şiir anlayışıdır sürdürmekte olduğu. Hece ölçüsüyle, konuşulan Türkçeyle ve uyaklarla yazdığı, kişisel, ulusal, toplumsal konulu şiirlerin tümünde yiğit, bir ses, dik duruşlu bir anlayış duyumsanır.
Henüz savaş patlamamıştır.
Yazın dünyamızın merkezi İstanbul'dur. Ve şiirimiz şiir anlayışlarında da derin farklılıklar taşıyan üç farklı koldan yürümektedir. Birincisi Garip çizgisi, ikincisi Bağımsızlar ayağı, üçüncüsüyse Toplumcu çizgidir.
Orhan Veli, Oktay Rifat, Melih Cevdet, şiirlerini topladıkları ve önsözünde, şiirde ölçü ve uyağa, şairaneliğe karşı olduklarını açıkladıkları bir Garip seçkisi yayımlamışlardır.
Bu yıllarda ilk şiir kitaplarını yayımlayan Asaf Halet Çelebi, Orhon Murat Arıburnu Bedri Rahmi Eyüboğlu, Cahit Külebi, Necati Cumalı, Ceyhun Atuf Kansu gibi daha kendilerine özgü şiirler yazan ve kendilerini Bağımsızlar grubunda değerlendiren ozanlar yanında; Rıfat İlgaz, İlhami Bekir Tez, Cahit Irgat, A. Kadir, Abdülkadir Demirkan (Vedat Türkali), Ömer Faruk Toprak, Enver Gökçe, Mehmed Kemal, Arif Damar (Barikat), Ahmed Arif gibi şiirlerinde ortak izlek olarak, barışı, özgürlüğü, eşitliği, halkın çektiği sıkıntıyı, gittikçe artan yoksulluğu, Cumhuriyet Türkiye'sindeki eksen kaymasını işleyen Toplumcu 40 Kuşağı içinde görürüz Akıncıoğlu'nu.
Gerçi bu üç damarın anlayışları ayrı görünse de birbirine yakın söyleyiş biçimleri dikkat çekicidir. Belki de dönem ozanları arasındaki, öbür kuşaklara oranla daha fazla olan bir dirsek teması içinde bulunulmasıdır bu yakınlığın nedeni. Örneğin Akıncıoğlu'nun Ağaç şiiri Garip şiirine benzerliğiyle ilgi çekicidir;

"Ağaç
Gölgesinde yatamadığım
Meyvasından tadamadığım Ağaç,
Kuşlarını taşa tuttuğum
Üç yıl beşiğinde yattığım ağaç
Dal kırılmasın, ineceğim
Ve bir gün yine bineceğim ağaç..."

Rıfat Ilgaz'a sunum yaptığı Saklambaç şiiri de Garip'le Toplumcu Gerçekçi çizgi arasındadır:

"Niçin düşünüyorum
Saklambaç oynadığımızı;
Saklambaç oynadığımız günler
Çok mu geride kaldı?
Özlemiş olmalıyım.
Sen özlemedin mi?
Saklambaç oynamak istiyorum:
Çocukluğumuzdaki gibi
Ve son defa...
Bakalım bulabilecek misin?
Bu sefer çitin ardında değilim,
Ne de fırın içinde,
Çok başka yerlere saklanacağım;
Gözlerini yum çocuğum, gözlerini yum
Saklanıyorum...
Oldu bitti
Kara kuşlar öttü... " (1940)

Çağa uygun Türk şiirinin oluşturulma sürecidir bir bakıma. Nitekim Akıncıoğlu halk şiiri, Divan şiiri ve Batı şiiri arasında bir yerlerde ve imgeyi öne çıkartarak yazmaktadır şiirini.
Bahariye şiiri bu noktada bir örnektir.

"Benim kapım ardına kadar açıktır
Akraba veya yabancı
Dost veya düşman
Saire ve saire
Kapımı vurmağa lüzum yok
Selamsız sabahsız girebilirler
Çarıklarını çıkartmadan dostlarım
Akraba veya yabancı
Tepeden tırnağa silahlı düşmanlarım
Akraba veya yabancı
Saire ve saire
-Bana yer bırakmamak üzere-
Baş köşeye bağdaş kurabilirler"

Nitekim daha sonraki yıllarda Attilâ İlhan, Akıncıoğlu'ndaki bu imge anlayışını kendi şiirinde en üst düzeyde gerçekleştirecektir.
Çok içtenlikli bir dili vardır Akıncıoğlu'nun. Şiirlerindeki ritim, tonlama, uyak, ölçü özellikleri gibi yöresel söyleyişler, benzetmeler de halk şiirinin bezeme birimleriyle dokunmuştur.
Akıncıoğlu'nun 40 Kuşağı'yla buluşması, onun İstanbul Hukuk Fakültesindeki öğrenciliği sırasında olur.
Dönemin moda buluşma yeri Küllük'te ve yine çeşitli yazın dergilerinde imzaları görünen o günlerin ozan-yazar çevresi oldukça geniştir:
İkinci Dünya Savaşı başlamıştır. Savaş bütün dünya için bir "felaket" olmuştur. Açlık, yoksulluk, baskı, yoksunluk... Savaşa girmemiş olsak da Alman ordusu burnumuzun dibine değin gelmiştir. Faşist ideolojiyi savunan bir siyasal ve ekonomik yapılanma eğilimi yaygın ve egemendir. İşte böyle bir dönemde 40 Kuşağı şairleri faşizme karşı insan sevgisini, eşitliği, özgürlüğü barışı savunmakta, yönetimi ellerinde tutanlara karşı halktan yana şiirler, yazarak gerçek birer aydın davranışıyla savaşım vermektedirler. Aynı zamanda güçlü, Türk yazınını derinden etkileyen şiirlerdir bunlar. Onun Ajans, Vatanlar Masalı, Savaş adlı şiirleri ve daha nice şiirleri savaşın insanımıza yansıyan üzüntüleri ve acıları en iyi anlatan şiirlerdendir. Ancak şöyle yansız bir gözle baktığımızda aynı dönemin öbür adlarından Ahmed Arif, Enver Gökçe, Attilâ İlhan, bugün de tanınan, okunan, izlenen ayrıca genç ozanlarca örnek alınan kalemlerden, Akıncıoğlu değil okur gözünde, yazın ustalarınca bile yeterince bilinmemektedir. Oysa önemli bir ad, Tahir Abacı, onunla ilgili olarak Varlık dergisinin Temmuz 2000 tarihli sayısında: "Ahmed Arif, Enver Gökçe ve Niyazi Akıncıoğlu, Bu üç şairin şiiri, 19401ı ve l950'li yılların öteki toplumcu şairlerinden daha farklıydı" der. Ve sürdürür, "Ahmed Arif ve Enver Gökçe'den de önce şiirini kurmuş olan ve bir bakıma onların şiirini haber veren Niyazi Akıncıoğlu'nun şiirlerini Yarına Doğru'da yeniden yayınladık" demektedir. Abacı, aynı yazısında, "Diğer sosyalist şairler, imgesiz şiirler yazmayı seçiyorlardı. Sadece sosyalist düşüncenin değil, demokrasi değerlerinin bile yoğun baskı altında tutulduğu o yoksunluk ve yoksulluk yıllarında, ufukları Nâzım Hikmet'in şiiriyle sınırlıydı. Oysa bu üç şairin, yerel öğeler ağırlıklı olarak ama farklı kaynaklardan da etkilenerek yeni söyleyişe yönelmeleri, daha özgün ve daha renkli bir şiir kurmalarını sağlamıştı" diyerek Akıncıoğlu'nun önemini vurgulamıştır.
Ayrıca, “O yıllarda dostluk ettiğim aynı kuşaktan diğer şairlerin, açıkça dile getirmeseler de, bizim Ahmed Arif, Enver Gökçe ve Niyazi Akıncıoğlu'na verdiğimiz öneme biraz bozulduklarını da sezerdim" derken, Toplumcu Gerçekçi şiirin oluşumuyla ve önde gelenleriyle ilgili önemli bir vurguda bulunmaktadır Tahir Abacı. Onun, "Gerçekten de şiirimizde Ahmed Arif ve Enver Gökçe (ve politik açıdan onlardan daha fazla savrulmuş olan Niyazi Akıncıoğlu), tam kurulamamış, kurulsa da genişleyememiş bir konumun başlangıç örneklerini verdiler" sözleri Akıncıoğlu'nun şiirine olduğu ölçüde uzun yıllar yaşadığı çöküntülü duruma bir bakıma ışık tutmaktadır.
Ülkede Demokrat Parti baskısını giderek arttırmaktadır. Parti yandaşlığı, yurtseverliğin önüne geçmiş, yeni yönetimin sözümona halkçı yaklaşımıyla devrimin ilkelerine tek tek hayınlık başlamıştır. Her dönemde olduğu gibi özellikle aydın yazın ustaları üzerinde yoğun bir gözaltı söz konusudur. Bir yandan da dönemin devrimci ve demokrat düşünceli gençleri teker teker tutuklanıp İstanbul 1. Şube'ye getirilmektedir.
Ama asıl büyük darbe, TKP Tutuklamaları olarak da bildiğimiz, "1951'in Büyük Gözaltı" olayı ile vurulur. Bu gözaltında alışılmışın dışında, yıldırma yöntemleri uygulanır. Sahte belgelerle sahte imzalarla, sahte üye kartlarıyla insanlara iftiralar atılır, yaşamları karartılır. Köy Enstitülerinin kapatılma davasıyla bağlantılı olarak 168 aydın, yazar, ozan, kültür insanı tutuklanır. Tabutluklardan, falakalardan ve her türlü insanlık dışı işlemlerden geri durulmaz.
Sonuçta yüz altmış sekiz insan mahkemede yargılanır. Hepsi de cezalandırılır, iki yıla yakın sürer davalar. Bu dönemle ilgili olarak söylenen, "hapishaneler Türk edebiyatı ve edebiyatçıları için bir okuldur" görüşü bu bakımdan son derece uygundur. Zaten neredeyse tüm tarihleri boyunca, Toplumsalcı Türk şiirine yeni bir ses, yeni bir soluk getiren şiirlerin yaratıldığı yerler olmuştur Türkiye'deki cezaevleri.
Avukat olmak Akıncıoğlu'nun ilk kez işine yarayacak, bu dava sırasında yaptığı savunmayla kendisi ile birlikte büyük bir topluluğa kurulan komployu çökertip beraat edecektir, iki yıl sonra yeniden memleketindedir. Ancak büyük olasılıkla yılgınlık da başlamıştır. Evlidir, çocukları vardır, işsizdir, parasızdır en önemlisi de halkın gözünde "komünist" damgasını yemiş; dışlanmıştır.
Belki dışarı ilk çıktığı günlerde değil ama zaman geçtikçe büyük gözaltıyı, baskıyı, hele hele yalnızlığı daha yoğun duyumsamaya başlar. Yazın dünyasının merkezinde olmayışı, o büyük dayanışma ağının uzağına düşmesi, özellikle de ağırlıklı olarak "milliyetçi" bir ruhun egemen olduğu Kırklareli'nde, çevresindeki insanların ona yönelik kuşkucu yaklaşımı...
Pek kuşkusuz doğru yolda olduğunun, güzel şeyler yaptığının bilincindedir kendisi de... Ama aşamadığı bir şey vardır: Özellikle de bir sınır yerleşim bölgesi olan Kırklareli halkının gözünde komünist olmak gibi alçaltıcı başka bir şey yoktur. Nitekim kabuğuna çekilir Niyazi Akıncıoğlu. Uzun bir süre ortalıkta görünmez. İç hesaplaşmaya girer belki de. Belki de “travma"nın yeniden devinime geçtiği dönemdir bu: Yalnızlık, ötekileştirilmek her ne denli belli etmese de boynunu büküp, yüreğini sızlatmaktadır. Umudu kemiren umutsuzluk, yürekliliği, dik duruşu çökerten tedirginlik, korku, yaşama sevincinin içinde çimlenen derin acı, düş kırıklığı, hatta küskünlük, onun ruhsal toprağını darma dağınık etmiş olmalı. Sınır boyunda terk edilen bir kimlik olmamıştır ama toplum içinde soyutlanmış durumdadır artık. Toplumcu çizgiyi savunup toplumca soyutlanmak çok acı kuşkusuz. Arkadaşlarının durumu da hiç iç açıcı değildir; 1940 kuşağı ozanları sürgünlerle, tutukluluklarla oradan oraya savrulmaktadır zaten. Ülke baştan başa cezaevine dönüşmüştür diyebiliriz. Olaya bu görüş açısından bakılınca, Akıncıoğlu'nun unutulmasının sonradan olmadığını da anlarız zaten: O bir bakıma küsmüş, kendini unutturma yolunu seçmiştir.
Yıllar sonra, "Eğer sağlığım el verirse, 1951 Tevkifatı'nın destanını yazacağım. İyi bir sanatçı olmak için önce, kendi halkını sevmesi, daha doğrusu bu halkın içinden bu halkın en devrimci sınıfına bağlılık göstermesi; bunu içtenlikle yapması şarttır" demiştir; ancak yazamamıştır.
Ve kopuş... 50'1i yıllardan 70'lere süren uzun süreli bir kırgınlık, incinmişlik dönemidir Niyazi Akmcıoğlu için. Onun anlatımıyla "Ekmek parası bu, avukatlık ediyoruz işte"dir. Fakat unutulmamalı ki bu kopuş şiir içi nedenlerden değildir, örneğin baskılar, yazıp da yayımlayamama, kitaplarının ya da ürünlerini yayımlayan dergilerin her an toplanabileceği olasılığı, dahası kurduğu sağlam şiir ve daha bir dizi neden sayılabilir. Belki de Niyazi Akıncıoğlu, bilinçli olarak ya da değil ama kendisini yazın çevrelerinden ve yazın iktidarından uzak tutmak istemiştir. Ama şiiri tükendiği için çekildi, çünkü yazamıyordu türü bir olasılık söz konusu değildir. Kesintisiz sürdürebilme olanağı olsaydı bugün Türk şiirinin en önemli adlarından biri olacağını, çünkü şiiriyle, Ahmet Arif'ten Arif Damar'a, ayrıca Attilâ İlhan'a pek çok ozanı etkilediğini farklı eleştirmenler anlatmaktadırlar. Nitekim Ahmed Arif, Mustafa Şerif Onaran'ın da bulunduğu bir söyleşi sırasında Tevfik Akıncıoğlu'na "Niyazi Akıncıoğlu Türk şiirinin bir kilometre taşıdır” diyebilmiştir.
Mehmed Kemal'in de onunla ilgili olarak "Edebiyat alanına çıkarken büyük şairlerin tavrı ile çıkmıştı. Çıkışında yücelik, şairlik vardı. Birkaç dize yazmış, kendini kabul ettirmişti. Onunla aynı büyük şiir yazanlar anılırken, dergilerde yazılar çıkarken; cezaevi sonrası şiirden uzaklaşır gibi olduğunda unuttular ve unutturdular... Bir şiir dili kurmayı becermişti. Ama dili geliştirmek, daha çok işlemek direncini gösteremedi, gösterebilme fırsatı vermediler...” sözleri savımızı haklı çıkarmaktadır.
Yirmi yıla yakın bir süre dergilerde görünmeyen, kitap yayımlamayan, içtenlikli bağlar kurmaktan kaçınan, hatta mesleğini bile neredeyse bırakan Niyazi Akıncıoğlu, 1970 sonrasında birbiri ardına Yağmur Duası, Hasbihal, Hürriyet Kasidesi, Uzaktan Sevgilerle, Mev'ut Gün, Mutluca Şiir gibi usta işi şiirlerle yeniden çıkmıştır ortaya. Ve sustuğu bütün o süre boyunca şiir serüveninin hiç bitmediğini, her gün 24 saat şair olduğunu kanıtlamıştır okuruna. Belki çoğunu yayımlamamıştır fakat yayımladıkları alttan alta alaysılamayı yürüten, sağlam bir şiir dili kurabilmiş, olgun bir ozanın dizeleridir.
1 Şubat 1979'da, soğuk bir şubat günü Arif Damar'ın benzetmesiyle "Umudun Şairi", şiirlerini birlikte götürerek bize esenlikler dilemiştir. Onun, beklediği haberle görkemli sevgisini birleştirerek telgraf direklerini bile yeşerten Selam şiiriyle, sözümü bitirmek istiyorum;

Selâm
"Selâmın geçiyor besbelli,
yeşerdi telgraf direkleri;
seneler sonrası, ormanından ayrı.
Bir sevinçtir aldı kırlangıçları,
rastgele öpüştüler
düşünmeden günahı,
öbür dünyayı
Ben deli-divane olsam, çok mu görülür?"
Anısı önünde saygıyla eğiliyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.