KAYNAK
Muzaffer Hacıhasanoğlu Öyküleri
http://www.cankiripostasi.com/cankirili-doktor-yazar-muzaffer-hacihasanoglu-makale,319.html
Muzaffer Hacıhasanoğlu | |
(1924 - 17 Ocak 1985): Yazar. Çankırı'da doğdu. Ankara Gazi Lisesini ve A.Ü. Tıp Fakültesini bitirdi (1948). Anadolu'nun çeşitli yerlerinde hekimlik yaptı. İstanbul'da öldü.
İlk şiiri Büyük Doğu dergisinde çıktı (1943). Varlık dergisinde hikâyeler yayınladı. İlk hikâyelerinde Doluca soyadını kullandı. Gazetelerde tefrika edilen romanlarından biri kitaplaşmıştır.
Hikâyeleri: Bir Tesbih Tanesi (1951), Bu Dağın Ardı (1954), Eller (1979), Dağ Başındaki Ölü (1983). Öyküler (Haz. Necati Güngör, 2003). Romanı: Trenler Yine Gidiyor (1982). İncelemesi: Atatürk Bakıyor Bize (1981).
|
Muzaffer Hacıhasanoğlu Öyküleri
Toplumsal belleği televizyon magazin programlarıyla iyice zayıflatılan bir toplumda yaşamak, hele hele insandan yana yazar, şair olmak iyiden iyiye zor zanaat haline geldi...
Son yıllarda öykü, roman ve şiir insandan uzak kanallara çekilmeye çalışılıyor. Konusu incir çekirdeğini doldurmayan yapıtlar büyük reklamlarla okuyucuya tanıtılıyor. Yayınevleri, halktan uzak, toplumun sorunlarına duyarsız tatsız, tuzsuz ürünleri okurun önüne getiriyor.
Bir bakıyorsunuz böyle bir kitap basıldığı günlerde gazetelerin kitap eklerinde yazarıyla söyleşiler ve kitap hakkında inceleme yazıları arka arkasına yayınlanıyor. Pazarlama uzmanları kitabın herhangi bir yerine sıkıştırılan toplum değerlerine saldırı içeren bölümü gazetelerin birinci sayfasına taşıyor. Yazar hakkında dava açılması için özel bir ekip çalışması yapılıyor. Dava açıldı mı, değmeyin artık kitabı pazarlayanların keyfine.
Ne yazık ki, okumaya karşı meraklı gençlerin önüne de bu tür yapıtlar getiriliyor. Genç yazar adayları piyasada sürekli reklamı yapılan bu kitapları okuyup etkileniyorlar.
Cumhuriyetin kuruluşundan 1980’li yıllara kadar insandan yana yapıtlar ortaya koyan “Toplumcu- gerçekçi” yazarların kitapları ne yazık ki son yıllarda basılmıyor. Görünmez bir el bu yazarların unutulması için özel çalışma yapıyor! Çoğu yayıncı “Okunmuyor” gerekçesini öne sürüyor. Okuyucuya ulaşmayan, ulaşmasına izin verilmeyen kitap nasıl okunabilir?
Ben inadına, kitapçılarda ve kütüphanelerde yazınımızın unutulmaya yüz tutmuş yazarlarını arıyorum. Tozlu raflarda bulduğum kitapların sararmış sayfaları arasında dolanıp duruyorum. Yapıtlarını severek okuduğum bu ustaları gençlere tanıtabilmek amacıyla yazılar yazıyorum...
İşte tam bu noktada Muzaffer Hacıhasanoğlu da unutulmaya yüz tutmuş usta yazarlarımızdan biri. Karşılaştığım gençlere, edebiyat bölümlerinde okuyan öğrencilere sordum adını, ne yazık ki bilen, duyan çıkmadı.
“Eller” adlı öykü kitabını büyük bir zevkle yeniden okuduktan sonra, onu gençlere tanıtmak için bu yazıyı kaleme aldım.
Kimdir Muzaffer Hacıhasanoğlu?
Muzaffer Hacıhasanoğlu, başta öykü ve roman olmak üzere edebiyatın birçok alanında ürünler verdi. Doktor olarak görev yaptığı köy ve kasaba hayatlarını çok iyi gözlemleyip toplumcu gerçekçi açıdan ele aldı, yazdı.
Hacıhasanoğlu 1924 yılında Çankırı’da doğdu. İlköğretimini Kalecik’te, Orta öğretimini Ankara Gazi Lisesi’nde, yüksek öğrenimini Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde tamamladı(1948). 1961 yılına kadar çeşitli il ve ilçelerde dahiliye mütehassısı olarak çalıştı; sağlık merkezi hekimliği, sıtma savaşı hekimliği ve hükümet tabipliği yaptı, mesleğini bir süre de Ankara’da serbest olarak sürdürdü.
Edebiyat dünyasına 1943 yılında Büyük Doğu Dergisinde yazdığı şiirle adım attı. Muzaffer Doluca imzasıyla İstanbul dergilerinde şiirleri yayımlanırken 1947’den sonra öykü ve gazetelerde günlük bölümler halinde romanda yazmaya başladı...
Varlık dergisinde yayınlanan ilk öyküsü “Bir Fotoğraf Canlanıyor” edebiyat çevrelerince ilgiyle karşılanmıştı.
Eller adlı öykü kitabıyla, 1980 TDK öykü ödülünü kazanan Muzaffer Hacıhasanoğlu 19 Ocak 1985’te öldü.
“Eller” adlı yapıta adını veren öyküde anlatıcı “Ellerime baktım. İri, nasırlı, yaba gibi. Bu eller benim ellerim. Elimizle görürüz her işi. Elsiz düşünemiyorum insanı” diye başlıyor anlatmaya. Ellerin insanın en önemli varlığı olduğunu ve bütün her şeyin onlarla gerçekleştiğini vurguluyor. “Bizim kadınlarımızın elleri şarha şarha yarılır ot yolmaktan. Ellerini sıcak sudan soğuk suya sokmayanlar var.” Diye özetliyor çalışan emekçilerin ellerinin diğer ellerden farkını..
Öykünün kahramanı daha ilkokuldayken kalem tutan ellerin önemini kavrıyor. Bulunduğu köyde köyün ağaları ve imamı öğretmenini sevmiyorlar. Nedeni öğretmen kendileri gibi sakallı bıyıklı değil. Gavur alfabesini öğretiyor çocuklara. Mustafa Kemal’i ağzından düşürmüyor. Öğretmen onlara pabuç bırakacak biri hiç değil.
Öykü kahramanı nasırlı ve yaba gibi elleriyle Rıza ağanın oğlunu dövüyor. Çünkü bir başka çocuğun kalemini çalıyor. Bizi köyden mi kovduracaksın diyerek, babası da onu güzelce bir dövüyor.
Birgün anası babasına köyden şehre göç etmeyi öneriyor, babası çıldırıyor adeta ve ikisini birlikte dövüyor.
Çok partili yaşama geçildiği zaman köyün ağaları ikiye ayrılıyor biri eski partiye diğeri yeni partiye geçiyor. Köylüler de ikiye ayrılıp ağaların yanında saf tutuyorlar. Ağalar köylüleri silahlandırıyorlar. Sonuçta çatışma sonrası öykü kahramanının babası öldürülüyor.“Ağabey ölümü hiç konduramadım babama. O kadar koskocaman, o kadar sağlıklıydı. Vardım yarın yanına; devrilmiş çınardı sanki, gözleri açık, masmavi gökyüzüne çevrilmiş, kocaman ellerinden biri yanına sarkmış, öbürünün parmağı çiftesinin tetiğinde...”
Kahramanımız, kız kardeşi ve anası köyde ne var ne yoksa satıp savıp şehre göçerler. Anası ev temizliğine kendisi de ayakkabı boyacılığına başlar. Kız kardeşini okuturlar. Zengin birinin bahçesinde bulunan kulübeye yerleşirler. Boyacılıktan sonra torna tesviye atölyesinde çalışır. Kitaplar okumaya başlar bu arada. Kız kardeşini işyerinden bir arkadaşıyla evlendirir. Sümerbank fabrikasına geçer. İşçiler sıkıntılarından yakınmaktadırlar. Toplu sözleşme ve grev hakkı istemektedirler. Çalışma Bakanı seçim öncesi bu hakkı vereceğini söylemiştir. Bakan fabrikalarını ziyarete gelecektir. Bütün işçiler kendisine bu sözünü hatırlatmayı konuşmuşlar; ancak Bakan gelince herkes sus pus olmuştur. Bakan bir salonda toplanan işçilere bir konuşma yapar ve kürsüden inerken bakar ki kimse bir şey demeyecek, yerinden fırlar ve “Hani grev hakkı vereceğiz demiştiniz?” deyiverir. Birdenbire iki polis girer koluna ve tutuklanır.
Üç yıl hapiste yattıktan sonra otomobil tamirhanesinde çalışmaya başlar, birgün yakın tamirhanelerin sahiplerinden birinin yanına giderler. Adam hacdan yeni gelmiştir, hacdan gelenlerin önce ellerinin üstü sonra avuç içi öpülmektedir. Ustasının zorlamasıyla el öpmeye karşı olduğu halde giderler hacının elini öperler. “Hoş geldin” derler.
Aradan birkaç yıl geçer, elini öptüğü hacı tefecilik yaparak ocaklar söndürmektedir. Öykü kahramanı o elleri nasıl öptüğünü rüyalarında bile görüp sıçrayarak kalkmaya başlar. Gece gündüz o elleri aklından çıkaramamaktadır. Birgün dayanamaz ve hacının dükkanına gider.
“Buyur yeğen” dedi. Yer gösterdi.
“Oturmayacam” dedim. “Ödeşmeye geldim.”
Anlamsız baktı yüzüme. Elleri, ayakları titriyordu.
“Çalışmadan kazanan, mor kağıt paraları, altınları sayan, o pis ellerini öpmüştüm ya... Ödeşeceğiz şimdi; öpeceksin benim kirli, nasırlı, çatlak ellerimi! Bu ellerin emeği var. İşe yarıyor bu eller; kimsenin yakasında, malında mülkünde değil... Öp! Öp diyorum ellerimi!”
Uzattım ellerimi. Gözlerinde korku vardı. Titriyordu elleri, ayakları.”
“Eller” adlı öykü kitabında 11 öykü var. Birbirinden ilginç. Bugünde yakından tanık olduğumuz olaylar anlatılıyor bu öykülerde. (Kitap kütüphanelerde bulunabilir)
* Muzaffer Hacıhasanoğlu’nun hikaye Kitapları : Bir Tesbih Tanesi (1951), Bu Dağın Ardı (1954), Trenler Yeni Gidiyor (1982), Dağ Başındaki Ölü (1983)
* Romanları: Kasaba Kadınları, Evlerde Sevgi Yoktu, Tatsız Dünya, Emin Efendi.
*
*
EVLERDE SEVGİ YOKTU-MUZAFFER HACIHASANOĞLU
Cemil Kavukçu’yu Edebiyatımızla Barıştıran Bir Yazar
Geçen Temmuz ayında Taraf Gazetesi’nin Kitap Eki’nde Cemil Kavukçu’nun yazısını okuyana kadar Evlerde Sevgi Yoktu ve yazarı Muzaffer Hacıhasanoğlu hakkında en ufak bir bilgim yoktu. Cemil Kavukçu’nun yazısında yer alan özellikle bu romanı ve yazarını kendisine tanıtan arkadaşının “ Oku da roman gör” demesi ve Kavukçu’nun Hacıhasanoğlu’na yazdığı mektubu beni çok etkilemişti.
Kitabı alıp okuyana kadar Gülda ile okuma listelerimiz hakkında konuşurken hep bu romandan bahsettim. Açıkçası bahsetmeye çalıştım; zira ne kitabın adını ne de yazarını tam olarak hatırlıyordum. Yazıyı okuduktan sonra dergiden koparıp saklamıştım ancak o kadar iyi saklamışım ki uzun zaman bulamadım. Sonunda masamda ve kütüphanede yeni yıl temizliği yaparken yazıyı buldum, kitabı sipariş ettim ve bir solukta da okudum. Döndüm bir daha okudum.

İşte Kavukçu da Evlerde Sevgi Yoktu adlı roman ve yazarı ile romanın Milliyet Gazetesi’nde 23 Haziran 1970 yılında tefrika edilmesi ile sonucu, bir arkadaşının berberde sıra beklerken gazeteyi okuması ve ilk bölümden etkilenerek Kavukçu’nun göğsüne vurup ” Oku da roman gör” demesi ile olmuş. Ardından Hacıhasanoğlu’nun tüm yayımlanmış kitapları ile bir okuma yolculuğuna girmiş Cemil Kavukçu.

O güne dek edebiyatımızla pek ilgilenmeyen ve daha çok çeviri romanlara ve yabancı yazarlara hayranlık besleyen Kavukçu’nun Hacıhasanoğlu ile tanışması mümkün olmamış. Ancak ilk öykü kitabı Pazar Güneşi hakkında Somut Dergisi’nde kitabı ile Muzaffer Hacıhasanoğlu bir yazı yazınca, bu durum karşısında çok heyecan duyan Kavukçu Hacıhasanoğlu’na bir mektup yazmış :

“ 16 Ağustos 1983/Ankara
Sayın Muzaffer Hacıhasanoğlu;
12 Ağustos 1983 tarihli Somut dergisini okumam 4 gün sonra mümkün oldu. Beni böylesi büyük bir sürprizin beklediğini bilseydim bunca geciktirir miydim? Görevim gereği yaz başndan beri Ankara dışındaydım. Ağustos ortalarında geçici bir süre için döndüğüm Ankara’dan Aydın Doğan’a uğrayınca Somut’ta Pazar Güneşi’nin tanıtıldığını, hem de Muzaffer Hacıhasanoğlu tarafından tanıtıldığını dutunca çok sevindim.
Değerli ustam, bu teşekkür mektubu aynı zamanda çok eski bir teşekkürü de size iletmeme neden oldu. Yıllar önce, lisede okuduğum yıllarda bol bol kitap okuyordum. Ama nedense Türk yazınına karşı bir küçümseme, bir ilgisizlik içindeydim. Belki okul kitaplarını dolduran düzeysiz örnekler, belki Türk sineması ile Türk edebiyatını özdeş görme eğilimi, belki de düpedüz “ne oldum budalalığı”; tam olarak adlandıramıyorum. Olanakları kısıtlı bir kasaba çocuğuydum. Aynı zamanda da sıfır numara bir apolitik! Çeviri romanlarla besleniyorum. Camus, Sartre, Kafka, Gogol okuyorum. O yıllarda e Yayınlarında çıkan Bulgakov’un “Usta ile Margarita”sı çarpıyor beni. Yazma dürtüleri o yıllarda da var. Yazarım yazmasına ama kahramanlarıma nasıl Türk adları vereceğim! Akif adlı bir arkadaşımsa bu tür saçmalıkları bırakmamı istiyor. Orhan Kemal’in “ Eskici ve Oğulları”nı ballandıra ballandıra anlatıyor. Ben burun büküyorum.” Baba Evi’ni” diyor. Sonra bir gün Milliyet Gazetesi’ni getirip önüme attı. “Evlerde Sevgi Yoktu” adlı uzun öykünün ilk bölümü duruyordu önümde. Oku, dedi, oku da roman gör! Okudum ve gerçekten roman gördüm.
Dünyamı değiştiren ve beni özüme döndüren ilk yerli yapım sizin yapıtınızdır Sayın Hacıhasanoğlu. Gazeteden günü gününe izlediğimiz ve kesip sakladığımız, yazarını korkunç merak ettiğimiz “Evlerde Sevgi Yoktu”nun babası, çocuğu, teyzesi bugün bile kimi öykülerimde esin kaynağı olmuştur. Bu mektup, hem yapıtınızla ışık tutarak yürünmesi gereken yolu göstermiş, hem de daha başında olduğum bu yolda bana verdiğiniz güvenin teşekkürüdür.”
Peki Kimdir Muzaffer Hacıhasanoğlu?
Asıl mesleği doktorluk olan Muzaffer Hacıhasanoğlu, Anadolu’nun çeşitli yerlerinde mesleğini icra etmiş ve 1973 yılında Malatya Sosyal Sigortalar Hastanesi'ndeki görevinden emekli olmuş. Öykülerinde genel olarak klasik öykü anlayışına bağlı kalan, romanlarında ve öykülerinde toplumsal sorunlara ağırlık veren kasaba insanının bireysel sorunlarını, aile ve toplum ilişkilerini abartıya kaçmadan ve sübjektiflikten uzak bir biçimde ele alan Hacıhasanoğlu, edebiyata 1943’te Büyük Doğu dergisinde Muzaffer Doluca imzasıyla yayımladığı şiirlerle başlamış. 1947'de Varlık dergisinde çıkmaya başlayan öyküleriyle dikkat çekmiş.

1979 yılında Eller adlı yapıtıyla 1980 Türk Dil Kurumu Öykü Ödülü'nü almış. Yayımlanmış tek romanı Trenler Yine Gidiyor'dur.

Denemelerini Atatürk Bakıyor Bize adlı kitapta toplayan Muzaffer Hacıhasanoğlu’nun diğer yapıtları arasında Bir Tespih Tanesi(1951), Bu Dağın Ardı(1954)

ve Dağ Başındaki Ölü ( 1983) sayılan Hacıhasanoğlu’nun Vatan, Cumhuriyet ve Millyet gazetelerinde Kasaba Kadınları, Tatsız Dünya, Emin Efendi ve Evlerde Sevgi Yoktu romanları kitap olarak çıkarılmamış ve tefrika edilmiş.

Anadolu’nun Ortasında Bir Kasaba, Bu Kasabada Bir Garip Mehmet
Romanın ilk cümlesi o kadar merak uyandıran ve iç burkan bir cümleyle başlıyor ki; romanın kahramanı Mehmet’in neredeyse bir üveybabası olsa her şeyi daha kolay kabul edecek ve göğüs gerecekmiş olduğunu hissediyorsunuz. “Benim babam üvey değildi.”? Evet, Mehmet’in babası üvey değildi ama öz bir baba nasıl olunur, bunu da Mehmet’e düşündürtüyor devamlı. Önce kendisine sonra da hayata küsmüş bir baba Mehmet’in babası Rasim. Devletin memuru olmuş ve bu bir ileri iki geri memurluk hayatında odacılıktan tahsildarlığa yükselmiş, tahsil ettiği paraların hiçbir zaman kendi cebini ısıtamayacağını bildiği için öfke dolu.
“Babam kızardı sadece kızardı, iyi yaşayabilenlere, yaşamayı sevenlere…Küskündü her şeye. Annem: Dağlarla davası var bu adamın derdi.” (sf:12)
İçkiye ve kumara düşkün ve bu yüzden de kasabanın ileri gelenlerine hep borçludur Rasim Efendi. Okumanın, yazmanın faydasız olduğunu düşünür, derslerine kafasını vermiyor diye Mehmet’e kızan annesine :
“ Ulan, ne olacak, okusan ne olacak? Mısır’a molla mı olacaksın? Aha, o öğretmen olmuş da ne olmuş yani? Ay sonunu borçsuz getirebilir mi? Yooo.. o da benim gibi. Bakkala borç edecek, kasaba borç edecek. Dünya alçakların dünyası, külah giydirebilenlerin dünyası…” (sf8) diyerek çıkışan bir babadır.
Bir gün yolda giderken kendisinden borçlarını isteyenleri haklı bulduğu için , içki içmeyip borcunu ödemesini salık veren Mehmet’i döven ve :
“ Oğul değil, yılan besliyormuşuz da haberimiz yok! Vay namussuz vay! Lan sen bana nasihat verecek kadar adam oldun mu? Vay hayvan vay!Bu lafı işiteceene öl daha iyi Rasim… Bunlar senin değil, evdekinin lafları…” (sf:16)
Biraz doğruluk payı vardır Rasim Efendi’nin sözlerinde. Bu sözler Mehmet bir tavuk çaldı diye cehennemlerde yanacağını hergün tekrar eden, namazını niyazını eksik etmeyen, dünyanın hala öküzün boynuzlarında olduğuna inanan, her ne kadar gâvur icadı olduklarına inansa da dikiş makinesi, gaz ocağının kolaylıklarını yadsıyamayan cahil ve sevgisiz bir kadındır Mehmet’in annesi.
Tek sevdiği kız kardeşi Emine’dir Mehmet’in belki de. Çünkü babası yerli yersiz kendisini döverken bir tek Emine ağlar onun için, bir tek Emine yanına gelir entarisinin eteği ile gözlerini siler, yanaklarından öper. Annenin şefkatli göğsünde bir kerecik bile olsa dindirilmez Mehmet’in gözyaşları.
Mehmet’in yaşadığı kasaba Anadolu’nun orta yerinde ve güdük, dedikoducu ve değişimden, yenilikten hiçbirzaman nasibini alamayacak, dar bir dünyaya sıkışmış insanların yaşadığı bir yerdedir.
"Kasabamız, ortasındaydı Anadolu'nun. Uslulara göre dünyanın en güzel yerlerinden biriydi. 'Küçük Paris'ti onlara göre. Şehir deyince akıllarına Paris geliyordu. İçlerinden onu gören yoktu ya. Övündüğümüz bir kalesi vardı kasabamızın. Her biri bir vuruşta karşısındakinin kalkanını parçalayabilen yiğitlere sahip bir bey yaptırmıştı bu kaleyi. Evler kalenin etrafından yavaş yavaş çayırlığa doğru inmeye başlamıştı benim çocukluğumda. Evlerin çoğunun üstü toprak damlarla kaplıydı. Bu toprak damlı evlerin arasında kiremitle örtülü olanlar da vardı. O evlere imrenerek bakardım.” (sf:11)
Babasıyla alay edip kendisini Sarhoşun Oğlu diye alaya aldıkları ve kavga ettiği gün öğretmeninin bir sözü ile kendine gelir Mehmet. Önce kendisini bir başkası sandığını düşünse de Öğretmeni kendisini kastetmiştir:
“ Sen, şu yaramazlığı bıraksan cin gibi çocuksun aslında. Bilemeyeceğin, yapamayacağın şey yok…”(sf:24)
Bu destek ve söz üzerine hırsla çalışmaya başlar Mehmet, ne var ne yok okumaya başlar. Başardıkça kendine güveni gelir. Sarhoşun Oğludur hala ama o sınıfının çalışkanlarından biridir artık.
Kasaba hayatı her ne kadar iç sıkıntıları ile ağırlaşan bir havaya sahip olsa da zaman zaman eğenceli anları da vardır: Kumpanyalar.
“ Ey ahali, bu fırsat bi daha ele geçmez. Değil memleketimizi, bütün Orta Şarkı hayran bırakan facia oyuncusu İbrahim Talat’ı, güzeller güzeli Şevkiye Hikmet’i, geliniz Arabın İntikamında görünüz… Maksadımız kazanç sağlamak değil, sanayii nefiseyi halkın ayağına getirmek… Geliniz görünüz! Dansözler kraliçesi Melike Fuat’ı… Tatlı sesli Süheyla Uyanık’ı….”
diye bağıran adamın yarattığı rüyalar alemine Mehmet de arabacı Mahmut Amcası ile katılır. Ancak bu rüya sonrasında Mehmet’in de kendisini içinde bulacağı bir kâbusla biter. Bu kâbusun sonunda kendince sevdiceği kız arkadaşı Seher’in hayatının yara alması ve yaşanılan hayatın adaletten, merhametten yoksun olduğunu, ezenden yana olanların çoğunlukta olduğu bir dünyada tutunmaya çalıştığını anlar Mehmet.
Bu öyle bir dünyadır ki; tek teyzesi, evlenmemiş, kambur teyzesi ziyaretine gittiğinde saldırıverir Mehmet’in üstüne. İtilmişlikten, yalnızlıktan ve sevgisizlikten delirivermiştir.
'Teyzem evinin sofasındaydı. Bir büyük yastıkla kucaklaşıyordu. Öpüyordu yastığı. Kaş, göz, ağız, burun yapmıştı yastığa. Bıyığı da vardı.
-Aslanım, yiğit erkeğim, diyordu.
Başka ufak yastıklar vardı. Kaşlı, gözlü, burunluydular hepsi de. Bıyıkları yoktu onların.
-'Deyze... diye bağırdım' (s.53-54)
-Niye benim deyzem?Bir başkasının deysezi delirseydi ya..(sf:59)
Bu bağırtılarını, haykırışlarını ve isyanını çömlekçi Nuri Usta’nın bilgeliğinde susturur Mehmet.Çömleklerini yaparken ruhundaki tüm çalkantıları, renkleri veren , kasabalının sıradanlığına meydan okuyan ve bu nedenle de hakkında bir sürü söylenti çıkan, yalnızlığını yaptığı çamurdan adamlarla paylaşan Nuri Usta.
-Bırak Memedim, bırak yavrum, hepimiz deliririz zaman zaman…Delirmek, yapmak isteyip de yapamadıklarımızın ortaya çıkıvermesi sanki…
Tüm bunları yaşarken giderek olgunlaşan Mehmet okulunu da bitirmeyi başarır ancak bu babasının umurunda değildir. Kendisini bir gün karşısına alır ve gidivermekten bahsettikten sonra kendisini eli ekmek tutsun, bir zanaat öğrensin diye berberin yanına çırak olarak verir. Mehmet’in hayatı da bu dönemde çıraklıktan kalfalığa doğru adım adım ilerler. Öğrenmiştir artık sevgi olmadığını, var olanın çıkar olduğunu. Bir gün Seher’in de gittiğini öğreniverir, hem de dayısından dayak yiye yiye gittiğini. En çok bu koyar belki de Mehmet’e tüm gitmeler arasında. Eve gelir ve annesine sarılır.
-Deli N’oldu şimdi?
Bilmiyordu, hiçbirşey bilmiyordu. Belki bilmemesi, anlamak istememesi azaltıyordu, yok ediyordu evlerdeki sevgiyi…
Evet, yaşanan tüm acıları ve ayıpları zaman zaman anneler kol kırılmalı, yen içinde kalmalı düşüncesiyle daha büyük acılara ve ayıplara yol açmıyorlar mı bilip bilmeden? İşte Mehmet de buna artık dayanamıyor. Öz evinde eğreti durmaya katlanmak istemiyor. Anlayanların, bilenlerin vereceği sevgiyi tatmak için kendini yollara vuruyor. İçinizde küçük bir yaranın kabuğu kaldırılmış olsa da umutla Mehmet'in ardından el sallıyorsunuz.
Evlerde Sevgi Yoktu, son zamanlarda okuduğum en yalın ancak en dokunaklı ve duyarlı bir şekilde kaleme alınmış romanlardan biri oldu. Yerel dilin kullanımı, akıcılığı ve en çetrefil duyguları kısacık ifadelerle yüreğinize nakşedişi ile pek çok kişi tarafından okunması ve unutulan yazarlarımız ve romanlarımız arasına girmemesi için çaba göstermemiz gereken bir eser, diye düşünüyorum.
Geçen Temmuz ayında Taraf Gazetesi’nin Kitap Eki’nde Cemil Kavukçu’nun yazısını okuyana kadar Evlerde Sevgi Yoktu ve yazarı Muzaffer Hacıhasanoğlu hakkında en ufak bir bilgim yoktu. Cemil Kavukçu’nun yazısında yer alan özellikle bu romanı ve yazarını kendisine tanıtan arkadaşının “ Oku da roman gör” demesi ve Kavukçu’nun Hacıhasanoğlu’na yazdığı mektubu beni çok etkilemişti.
Kitabı alıp okuyana kadar Gülda ile okuma listelerimiz hakkında konuşurken hep bu romandan bahsettim. Açıkçası bahsetmeye çalıştım; zira ne kitabın adını ne de yazarını tam olarak hatırlıyordum. Yazıyı okuduktan sonra dergiden koparıp saklamıştım ancak o kadar iyi saklamışım ki uzun zaman bulamadım. Sonunda masamda ve kütüphanede yeni yıl temizliği yaparken yazıyı buldum, kitabı sipariş ettim ve bir solukta da okudum. Döndüm bir daha okudum.

İşte Kavukçu da Evlerde Sevgi Yoktu adlı roman ve yazarı ile romanın Milliyet Gazetesi’nde 23 Haziran 1970 yılında tefrika edilmesi ile sonucu, bir arkadaşının berberde sıra beklerken gazeteyi okuması ve ilk bölümden etkilenerek Kavukçu’nun göğsüne vurup ” Oku da roman gör” demesi ile olmuş. Ardından Hacıhasanoğlu’nun tüm yayımlanmış kitapları ile bir okuma yolculuğuna girmiş Cemil Kavukçu.

O güne dek edebiyatımızla pek ilgilenmeyen ve daha çok çeviri romanlara ve yabancı yazarlara hayranlık besleyen Kavukçu’nun Hacıhasanoğlu ile tanışması mümkün olmamış. Ancak ilk öykü kitabı Pazar Güneşi hakkında Somut Dergisi’nde kitabı ile Muzaffer Hacıhasanoğlu bir yazı yazınca, bu durum karşısında çok heyecan duyan Kavukçu Hacıhasanoğlu’na bir mektup yazmış :

“ 16 Ağustos 1983/Ankara
Sayın Muzaffer Hacıhasanoğlu;
12 Ağustos 1983 tarihli Somut dergisini okumam 4 gün sonra mümkün oldu. Beni böylesi büyük bir sürprizin beklediğini bilseydim bunca geciktirir miydim? Görevim gereği yaz başndan beri Ankara dışındaydım. Ağustos ortalarında geçici bir süre için döndüğüm Ankara’dan Aydın Doğan’a uğrayınca Somut’ta Pazar Güneşi’nin tanıtıldığını, hem de Muzaffer Hacıhasanoğlu tarafından tanıtıldığını dutunca çok sevindim.
Değerli ustam, bu teşekkür mektubu aynı zamanda çok eski bir teşekkürü de size iletmeme neden oldu. Yıllar önce, lisede okuduğum yıllarda bol bol kitap okuyordum. Ama nedense Türk yazınına karşı bir küçümseme, bir ilgisizlik içindeydim. Belki okul kitaplarını dolduran düzeysiz örnekler, belki Türk sineması ile Türk edebiyatını özdeş görme eğilimi, belki de düpedüz “ne oldum budalalığı”; tam olarak adlandıramıyorum. Olanakları kısıtlı bir kasaba çocuğuydum. Aynı zamanda da sıfır numara bir apolitik! Çeviri romanlarla besleniyorum. Camus, Sartre, Kafka, Gogol okuyorum. O yıllarda e Yayınlarında çıkan Bulgakov’un “Usta ile Margarita”sı çarpıyor beni. Yazma dürtüleri o yıllarda da var. Yazarım yazmasına ama kahramanlarıma nasıl Türk adları vereceğim! Akif adlı bir arkadaşımsa bu tür saçmalıkları bırakmamı istiyor. Orhan Kemal’in “ Eskici ve Oğulları”nı ballandıra ballandıra anlatıyor. Ben burun büküyorum.” Baba Evi’ni” diyor. Sonra bir gün Milliyet Gazetesi’ni getirip önüme attı. “Evlerde Sevgi Yoktu” adlı uzun öykünün ilk bölümü duruyordu önümde. Oku, dedi, oku da roman gör! Okudum ve gerçekten roman gördüm.
Dünyamı değiştiren ve beni özüme döndüren ilk yerli yapım sizin yapıtınızdır Sayın Hacıhasanoğlu. Gazeteden günü gününe izlediğimiz ve kesip sakladığımız, yazarını korkunç merak ettiğimiz “Evlerde Sevgi Yoktu”nun babası, çocuğu, teyzesi bugün bile kimi öykülerimde esin kaynağı olmuştur. Bu mektup, hem yapıtınızla ışık tutarak yürünmesi gereken yolu göstermiş, hem de daha başında olduğum bu yolda bana verdiğiniz güvenin teşekkürüdür.”
Peki Kimdir Muzaffer Hacıhasanoğlu?
Asıl mesleği doktorluk olan Muzaffer Hacıhasanoğlu, Anadolu’nun çeşitli yerlerinde mesleğini icra etmiş ve 1973 yılında Malatya Sosyal Sigortalar Hastanesi'ndeki görevinden emekli olmuş. Öykülerinde genel olarak klasik öykü anlayışına bağlı kalan, romanlarında ve öykülerinde toplumsal sorunlara ağırlık veren kasaba insanının bireysel sorunlarını, aile ve toplum ilişkilerini abartıya kaçmadan ve sübjektiflikten uzak bir biçimde ele alan Hacıhasanoğlu, edebiyata 1943’te Büyük Doğu dergisinde Muzaffer Doluca imzasıyla yayımladığı şiirlerle başlamış. 1947'de Varlık dergisinde çıkmaya başlayan öyküleriyle dikkat çekmiş.

1979 yılında Eller adlı yapıtıyla 1980 Türk Dil Kurumu Öykü Ödülü'nü almış. Yayımlanmış tek romanı Trenler Yine Gidiyor'dur.

Denemelerini Atatürk Bakıyor Bize adlı kitapta toplayan Muzaffer Hacıhasanoğlu’nun diğer yapıtları arasında Bir Tespih Tanesi(1951), Bu Dağın Ardı(1954)

ve Dağ Başındaki Ölü ( 1983) sayılan Hacıhasanoğlu’nun Vatan, Cumhuriyet ve Millyet gazetelerinde Kasaba Kadınları, Tatsız Dünya, Emin Efendi ve Evlerde Sevgi Yoktu romanları kitap olarak çıkarılmamış ve tefrika edilmiş.

Anadolu’nun Ortasında Bir Kasaba, Bu Kasabada Bir Garip Mehmet
Romanın ilk cümlesi o kadar merak uyandıran ve iç burkan bir cümleyle başlıyor ki; romanın kahramanı Mehmet’in neredeyse bir üveybabası olsa her şeyi daha kolay kabul edecek ve göğüs gerecekmiş olduğunu hissediyorsunuz. “Benim babam üvey değildi.”? Evet, Mehmet’in babası üvey değildi ama öz bir baba nasıl olunur, bunu da Mehmet’e düşündürtüyor devamlı. Önce kendisine sonra da hayata küsmüş bir baba Mehmet’in babası Rasim. Devletin memuru olmuş ve bu bir ileri iki geri memurluk hayatında odacılıktan tahsildarlığa yükselmiş, tahsil ettiği paraların hiçbir zaman kendi cebini ısıtamayacağını bildiği için öfke dolu.
“Babam kızardı sadece kızardı, iyi yaşayabilenlere, yaşamayı sevenlere…Küskündü her şeye. Annem: Dağlarla davası var bu adamın derdi.” (sf:12)
İçkiye ve kumara düşkün ve bu yüzden de kasabanın ileri gelenlerine hep borçludur Rasim Efendi. Okumanın, yazmanın faydasız olduğunu düşünür, derslerine kafasını vermiyor diye Mehmet’e kızan annesine :
“ Ulan, ne olacak, okusan ne olacak? Mısır’a molla mı olacaksın? Aha, o öğretmen olmuş da ne olmuş yani? Ay sonunu borçsuz getirebilir mi? Yooo.. o da benim gibi. Bakkala borç edecek, kasaba borç edecek. Dünya alçakların dünyası, külah giydirebilenlerin dünyası…” (sf8) diyerek çıkışan bir babadır.
Bir gün yolda giderken kendisinden borçlarını isteyenleri haklı bulduğu için , içki içmeyip borcunu ödemesini salık veren Mehmet’i döven ve :
“ Oğul değil, yılan besliyormuşuz da haberimiz yok! Vay namussuz vay! Lan sen bana nasihat verecek kadar adam oldun mu? Vay hayvan vay!Bu lafı işiteceene öl daha iyi Rasim… Bunlar senin değil, evdekinin lafları…” (sf:16)
Biraz doğruluk payı vardır Rasim Efendi’nin sözlerinde. Bu sözler Mehmet bir tavuk çaldı diye cehennemlerde yanacağını hergün tekrar eden, namazını niyazını eksik etmeyen, dünyanın hala öküzün boynuzlarında olduğuna inanan, her ne kadar gâvur icadı olduklarına inansa da dikiş makinesi, gaz ocağının kolaylıklarını yadsıyamayan cahil ve sevgisiz bir kadındır Mehmet’in annesi.
Tek sevdiği kız kardeşi Emine’dir Mehmet’in belki de. Çünkü babası yerli yersiz kendisini döverken bir tek Emine ağlar onun için, bir tek Emine yanına gelir entarisinin eteği ile gözlerini siler, yanaklarından öper. Annenin şefkatli göğsünde bir kerecik bile olsa dindirilmez Mehmet’in gözyaşları.
Mehmet’in yaşadığı kasaba Anadolu’nun orta yerinde ve güdük, dedikoducu ve değişimden, yenilikten hiçbirzaman nasibini alamayacak, dar bir dünyaya sıkışmış insanların yaşadığı bir yerdedir.
"Kasabamız, ortasındaydı Anadolu'nun. Uslulara göre dünyanın en güzel yerlerinden biriydi. 'Küçük Paris'ti onlara göre. Şehir deyince akıllarına Paris geliyordu. İçlerinden onu gören yoktu ya. Övündüğümüz bir kalesi vardı kasabamızın. Her biri bir vuruşta karşısındakinin kalkanını parçalayabilen yiğitlere sahip bir bey yaptırmıştı bu kaleyi. Evler kalenin etrafından yavaş yavaş çayırlığa doğru inmeye başlamıştı benim çocukluğumda. Evlerin çoğunun üstü toprak damlarla kaplıydı. Bu toprak damlı evlerin arasında kiremitle örtülü olanlar da vardı. O evlere imrenerek bakardım.” (sf:11)
Babasıyla alay edip kendisini Sarhoşun Oğlu diye alaya aldıkları ve kavga ettiği gün öğretmeninin bir sözü ile kendine gelir Mehmet. Önce kendisini bir başkası sandığını düşünse de Öğretmeni kendisini kastetmiştir:
“ Sen, şu yaramazlığı bıraksan cin gibi çocuksun aslında. Bilemeyeceğin, yapamayacağın şey yok…”(sf:24)
Bu destek ve söz üzerine hırsla çalışmaya başlar Mehmet, ne var ne yok okumaya başlar. Başardıkça kendine güveni gelir. Sarhoşun Oğludur hala ama o sınıfının çalışkanlarından biridir artık.
Kasaba hayatı her ne kadar iç sıkıntıları ile ağırlaşan bir havaya sahip olsa da zaman zaman eğenceli anları da vardır: Kumpanyalar.
“ Ey ahali, bu fırsat bi daha ele geçmez. Değil memleketimizi, bütün Orta Şarkı hayran bırakan facia oyuncusu İbrahim Talat’ı, güzeller güzeli Şevkiye Hikmet’i, geliniz Arabın İntikamında görünüz… Maksadımız kazanç sağlamak değil, sanayii nefiseyi halkın ayağına getirmek… Geliniz görünüz! Dansözler kraliçesi Melike Fuat’ı… Tatlı sesli Süheyla Uyanık’ı….”
diye bağıran adamın yarattığı rüyalar alemine Mehmet de arabacı Mahmut Amcası ile katılır. Ancak bu rüya sonrasında Mehmet’in de kendisini içinde bulacağı bir kâbusla biter. Bu kâbusun sonunda kendince sevdiceği kız arkadaşı Seher’in hayatının yara alması ve yaşanılan hayatın adaletten, merhametten yoksun olduğunu, ezenden yana olanların çoğunlukta olduğu bir dünyada tutunmaya çalıştığını anlar Mehmet.
Bu öyle bir dünyadır ki; tek teyzesi, evlenmemiş, kambur teyzesi ziyaretine gittiğinde saldırıverir Mehmet’in üstüne. İtilmişlikten, yalnızlıktan ve sevgisizlikten delirivermiştir.
'Teyzem evinin sofasındaydı. Bir büyük yastıkla kucaklaşıyordu. Öpüyordu yastığı. Kaş, göz, ağız, burun yapmıştı yastığa. Bıyığı da vardı.
-Aslanım, yiğit erkeğim, diyordu.
Başka ufak yastıklar vardı. Kaşlı, gözlü, burunluydular hepsi de. Bıyıkları yoktu onların.
-'Deyze... diye bağırdım' (s.53-54)
-Niye benim deyzem?Bir başkasının deysezi delirseydi ya..(sf:59)
Bu bağırtılarını, haykırışlarını ve isyanını çömlekçi Nuri Usta’nın bilgeliğinde susturur Mehmet.Çömleklerini yaparken ruhundaki tüm çalkantıları, renkleri veren , kasabalının sıradanlığına meydan okuyan ve bu nedenle de hakkında bir sürü söylenti çıkan, yalnızlığını yaptığı çamurdan adamlarla paylaşan Nuri Usta.
-Bırak Memedim, bırak yavrum, hepimiz deliririz zaman zaman…Delirmek, yapmak isteyip de yapamadıklarımızın ortaya çıkıvermesi sanki…
Tüm bunları yaşarken giderek olgunlaşan Mehmet okulunu da bitirmeyi başarır ancak bu babasının umurunda değildir. Kendisini bir gün karşısına alır ve gidivermekten bahsettikten sonra kendisini eli ekmek tutsun, bir zanaat öğrensin diye berberin yanına çırak olarak verir. Mehmet’in hayatı da bu dönemde çıraklıktan kalfalığa doğru adım adım ilerler. Öğrenmiştir artık sevgi olmadığını, var olanın çıkar olduğunu. Bir gün Seher’in de gittiğini öğreniverir, hem de dayısından dayak yiye yiye gittiğini. En çok bu koyar belki de Mehmet’e tüm gitmeler arasında. Eve gelir ve annesine sarılır.
-Deli N’oldu şimdi?
Bilmiyordu, hiçbirşey bilmiyordu. Belki bilmemesi, anlamak istememesi azaltıyordu, yok ediyordu evlerdeki sevgiyi…
Evet, yaşanan tüm acıları ve ayıpları zaman zaman anneler kol kırılmalı, yen içinde kalmalı düşüncesiyle daha büyük acılara ve ayıplara yol açmıyorlar mı bilip bilmeden? İşte Mehmet de buna artık dayanamıyor. Öz evinde eğreti durmaya katlanmak istemiyor. Anlayanların, bilenlerin vereceği sevgiyi tatmak için kendini yollara vuruyor. İçinizde küçük bir yaranın kabuğu kaldırılmış olsa da umutla Mehmet'in ardından el sallıyorsunuz.
Evlerde Sevgi Yoktu, son zamanlarda okuduğum en yalın ancak en dokunaklı ve duyarlı bir şekilde kaleme alınmış romanlardan biri oldu. Yerel dilin kullanımı, akıcılığı ve en çetrefil duyguları kısacık ifadelerle yüreğinize nakşedişi ile pek çok kişi tarafından okunması ve unutulan yazarlarımız ve romanlarımız arasına girmemesi için çaba göstermemiz gereken bir eser, diye düşünüyorum.
http://www.cankiripostasi.com/cankirili-doktor-yazar-muzaffer-hacihasanoglu-makale,319.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.