Attila İlhan: Türkiye’de sosyalistlik “Selanik kökenli, alafranga, ecnebi bir cereyan” olarak ortaya çıktı
Pazar, 20 May 2012 11:08
GÖRÜŞLER – GÖRÜŞMELER
Şahap Balcıoğlu
ATTİLA İLHAN
"Türk aydını Tanzimat’dan beri
'Hürriyet Susuzluğu’ içinde"
"Devrimci başlangıç"!
İkinci Dünya Savaşı patladığında lisenin onbirinci sınıfındaydık. Peşinden geldi üniversite yılları, aşk yılları, çılgınlık yılları, gazetecilik yılları, yokluk yılları... 1942'ler, 44'ler... Balkanlar'da, Avrupa'da, Asya'da Afrika'da, Pasifik'de insanlar birbirini boğazlarken, Türkiye'de tek parti yönetimi, "Milli Şef” vardı. Ankara'da Rus otobüsleri, İstanbul'da Fransız ve Belçika tramvayları çalışıyor, "Tünel" kayışla işliyordu. Gençtik, atılgandık, sevişmeye ve döğüşmeye hazırdık.
İşte o yıllarda İzmir, Türk edebiyatına yeni bir ses getirmenin doğum sancılarını çekti. Bu yeni "deyiş”in adı Attila İlhan'dı. 1925 Menemen doğumluydu. Dokuz yaşında, yani ilkokulun üçüncü sınıfında "İlkokul" adlı şiirini yazıp "çiçekler" ile "kelebekler"i düzenli bir biçimde uyak yapmaya girişmiş, ama 1941'de daha onaltı yaşında ve İzmir Atatürk Lisesi'nde öğrenciyken "komünist örgütçülüğünden" tutuklanıp okuldan atılmıştı!
196
Delikanlı hayata maşallah "sağlam" adımlarla giriyordu. Kavgacı ve aşık yanı daha o yıllarda sivrilmişti. Ne yapmalı, ne etmeliydi? Boru değil, "komünistlik ve örgütçülük" suçlamasıydı bu. Üç aya yakındır hapisteydi. Dört duvar arasında tabanca gibi bir genç, fırtınalı bir kafa, Troçki'yi andırır bakışlar...
Eş dost araya girdi. Attila'yı Manisa'daki Akıl Hastanesi'ne şevkettiler. Orada üç hafta gözetim altında kaldı. Durumu gören, anlayışlı ve iyi yürekli bir doktor, ona, delilikle akıllılık arası usturuplu bir rapor yazdı. Zaten yaşı da küçüktü. Mahkeme önce onaltı ay ''giydirdi" ama sonra raporu ve yaşı gözönüne alıp delikanlıyı salıverdi.
"Duvar"ın doğuşu
Oradan İstanbul'a geldiler. Biçimine getirip Işık Lisesi'ne girdi. Okulu bitirmesine bitirdi ama ailesine de, idarecilere de dünyayı zindan etti. Adam "seyyar bela"ydı: Emniyet Müdürlüğü'nün bulunduğu Sirkeci'deki Sansaryan Hanı'na tam sekiz kez tıkıldı, müteferrikada, tabutluklarda yattı.
O fırtınalı yıllarda doğdu "Duvar" şiiri:
"Onlar hep döküldü, biz hep ayakta kaldık.
Bir Mayıs sabahı: Toprak rezil. Gök rezil.
Yıldızlar küfür gibi, yüzümüze tükürür gibi.
Şafak sancılarıyla iki büklümdü ufuk.
Ve simsiyah çamur gibi bir manga ortasında
Siyaset meydanına geldi dev yumruklu çocuk.
Bulutlar eğilip alnının terini sildiler.
Ve mermiler birdenbire ölümü getirdiler.
O düştü. Biz yine ayakta kaldık.
Halbuki ne kadar, ne kadar da yorgunuz!
Öyle bakmayın, bu yaralar şerefli yara değil!
Ah, öyle bakmayın! Utanırız. Kahroluruz."
Ve Bursa Hapishanesi'nden geldi Nazım'ın sesi: " 'Duvar' beni çok sevindirdi. Attila İlhan gayet soylu, özlü şair, pek beğendim. Aşkolsun delikanlıya!"
197
Sosyalizm, aşk ve... Paris, Paris, Paris
Yıllar yürüdükçe politika ve Marksizm koridorlarının yanısıra Attila'nın şiiri de, romanı da,araştırmacılığı da gelişti. Bir yandan Esat Adil Müstecaplıoğlu'nun Türkiye Sosyalist Partisi'yle ilişki kurup habire emniyet'e taşındı, hapishane kapısından her defasında kıl payıyla döndü, öte yandan devrimciliğin yanısıra uslanmaz bir aşık oldu: Ayten'i sevdi, Necla'yı çağırdı, Suna Su'ya vuruldu, Zehra'ya dizeler yazdı, Büyük Leyla'yı dile getirdi, "Bela Çiçeği"ni kokladı, Aysel'e "git başımdan" dedi, "Hanende Müjgan"a aşk şarkıları çaldı, Sabiha'yı avuttu, Zeynep'e "bekleme beni" diye seslendi, Maria Misakyan'a diller döktü. Bir süre İstanbul'la Paris arasında mekik dokudu, Paris'i içti, Paris'i yaşadı, Paris'i dizelerinde bir kez daha ölümsüzleştirdi, Andre Malraux’un vatanını kafasına, gönlüne kazıdı. Türkiye'de doğdu, Türk havasını ciğerlerine çekti, ama aklı, hayali Moskova'da Leningrad'da Saygon'da, Yeni Delhi'de, Paris'de, Marsilya'da, Madrit'de, Valparaiso'da, Detroit'de, New-York'da, Semplon Ekspresi'nde gezindi. Anavatanının çağdaş yaşamını kendi kuşağından bir başka ozan onun gibi canlı ve çeşitli, onun gibi renkli, onun gibi acılı, hüzünlü, onun gibi sisli ve yağmurlu bir biçimde dile getirmedi. Tonla şiir kitabı, tonla roman, tonla çeviri, tonla deneme-anı, tonla makale, kucak dolusu senaryo yazdı, yazıyor. Özetle kırk küsur yıldanberi hiç boş durmadı. Hep emekçinin yanında oldu, hep sömürüye saldırdı, Ankara'ya hep yan baktı:
"Ulan Ankara ben senin oğlun değil miyim/karincayı incitmem hayata saygım büyük / işçiyim dediysem / anla ki tutsak değilim / alnımın terini yerim acı tuz ve ekmek / istediğim yoksullara avuç avuç özgürlük / ortaklaşa çalışıp ortaklaşa yiyebilmek / çünkü bak bin yıllık emek birikimiyim / iki yanımda iki polis ilk defa kelepçeliyim."
Emekçinin davasını savunurken, dünün dünyasını, hele Osmanlı'nın haşmetini dile getirirken:
"Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik / Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik..."
dizelerini yazan bir Yahya Kemal'i kibarca ti'ye alır:
"Bin atlı on bin ayaklı sanki bir devdiler / grev oylamasında bir ağızdan grev dediler!"
O bıçak gibi dizeler, o dinamit gibi sözcükler son yıllarda, anılar, yaşlılık ve...ve evet, ölüm kokan yeni bir havaya bürünür gibi oldu. Elbet hepimiz yaşlandık, günbatımı yakın. Ama Attila'nın bu hali iyice içimi eziyor. Şu dizelere bakın:
198
"Döne döne sonbahara ulaştı yorgunluğum
Uzaktan ölümün çanlarını duyuyorum
Geceler uzadı sabahlar olmak bilmiyor
Sürekli alacakaranlıkta hanidir ruhum."
Onun ölçülerine göre anılar mevsimi yaşanmaktadır:
"...Ezeli dalgınlığımızın ıslığıdır ney
keman yanlış anlaşılmasından tedirgin
udlar vahim sorular soruyor
öldü nazım şamilof sarı mustafa
yıkılmış strasnoy ploşçat'ın saat kulesi
eski bolşeviklerden kim kaldı?"
Çok yönlü üretkenlik –
Hep "nev'i şahsına münhasır"Iık
Malraux'un ihtilalcisi Çen'i andıran bir davranışla sosyal savaşıma atılan, Karacaoğlan ve Ronsardmisali uslanmaz ve sevimli bir aşık gibi diyar diyar dolaşan Attila, yaşlılık yıllarına adım atmışçasına eski sevgililerini dile getiriyor:
"Ne kadınlar sevdim zaten yoktular/ yağmur giyerlerdi sonbaharla bir / azıcık okşasam sanki çocuktular / bıraksam korkudan gözleri sislenir / ne kadınlar sevdim zaten yoktular / böyle bir sevmek görülmemiştir."
Attila İlhan Cumhuriyet şiirinin önemli zirvelerinden biri. Kendi döneminde bir Namık Kemal, bir Tevfik Fikret ne idiyseler, Cumhuriyetten sonra bir Nazım Hikmet hangi doruğu simgeliyorsa, Attila ilhan da aynı sağlamlıktaki bir kilometre taşıdır.
Yeni Türk Devleti'nin kuruluşundan sonra Nazım'ı, Nail V'yi ve Hasan izzettin Dinamo'yu şiirimizin ilerici ozanları olarak görüyoruz. Onların ardından gelen ve 1940-45 arasına damgasını vuran toplumcu gerçekçileri de saygıyla selamlıyoruz. A.Kadir, Rifat İlgaz, Ömer Faruk Toprak, Niyazi Akıncıoğlu, Cahit Irgat, Suat Taşer, Orhon Murat Arıburnu ve Mehmet Kemal "1940 Kuşağı”nın belkemiğini oluşturdular. Daha sonraki yıllarda Cumhuriyet Halk Partisi iktidarının hoş gözle baktığı "Resmi Yeniler” şiir sahnesinde yer aldılar. Orhan Veli, Melih Cevdet, Oktay Rifat, Sabahattin Kudret, Cahit Sıtkı Tarancı, Cahit Külebi, Özdemir Asaf ve Behçet Necatigil'i bu grubun temsilcileri olarak gördük. Onların hemen ardından "Yeni Gerçekçiler" saldırıya geçti.
199
Attila İlhan, Ahmet Arif, Şükran Kurdakul, Enver Gökçe ve Arif Damar şiir dünyamızda apayrı bir rüzgar estirdiler. Aralarından hemen sivriliveren de Attila İlhan oldu. Yerine göre proleter devrimci, yerine göre sırılsıklam aşık, yerine göre serseri, yerine göre İstanbul'a güzellemeler düzen bu hoyrat, bu deli, bu has ozan daha ilk şiirlerinde öne fırladı. Her dizesi, her yapıtı olay oldu, dilden dile dolaştı. Kısa sürede tırmanıp zirveye el koydu.
Ve hep üretti. Bıkmadan, yorulmadan üretti. Çok dala et attı, her kolda da gürültüler kopardı. Yıllar geçtikçe Malraux sevgisi Atilla'da belirginleşti. Meslek yaşamına marksist solda başlayıp süre geçtikçe daha bir "Avrupalı Sol"a yerleşen Andre Malraux Attila'yı ideolojik açıdan ne denli etkiledi? İşin o yanı bir araştırma ve inceleme konusudur. Ne var ki, şimdi, Taksim'deki Kafe Bulvar'da söyleşmek için beklediğim adam, sevdiğim, dizelerini yudum yudum tattığım bir şiir kaynağı olmaktan daha başka bir kimlik ve kişilik sahibiydi artık.
Siyah kaban, siyah balıkçı kasketi, siyah gömlek giyerek zehir yeşili kravat takıp Maçka'dan buraya kadar sürdürdüğü tempolu yürüyüş sonucu hafifçe terleyen ve altmışa merdiven dayayan adam masaya doğru yaklaşırken kendi dizelerini anımsadım:
"Yürü Attila İlhan yürü/ Yaş da yanar yanarsa kuru / Günü gelir böyle doğru / Yazmanın hesabı sorulur.
Gözlükleri'nin ardından o da hafifçe beni süzüyor. Bakışları cin gibi. Konuşması ölçülü. Her hali terbiyeli ve dengeli. Ahmet Emin Yalmanla Hüseyin Cahit Yalçın'ı anımsadım. Onlar da özel yaşamlarında, dostluk ilişkilerinde olağanüstü terbiyeli ve efendiydiler. Ama masa başına oturdular mı birer canavar kesilirlerdi. Bu kır saçlı, "başı fırtınalı" adam da kaleme el attı mı, yerine göre bombalı anarşist, yerine göre kamalı serdengeçti oluveriyor. Bazan da udu konuşturan, gitarı ağlatan, kızların içini ezen, okuyana gözyaşı döktüren uslanmaz bir aşıktır Attila İlhan.
"Ben sana mecburum" diyor ama kulak asmayın o lafa: Aslında şiiri sevenler bu delifişeğe mecbur.
O konuşurken hem not alıyorum, hem de çaktırmadan inceliyorum "adamımı". Gizlice akıl ve gönül pencerelerini aralayıp içeriye bakıyorum: Yılların olumlu ve olumsuz izlerini gördüm orada.
200
Özgürlük bilinci özgürlüğün asli sahibinde uyunmadıkça...
Haydi, sözü fazla uzatmadan söyleşiye girelim:
- Önce şu noktaya açıklık getirmeye çalışalım, dedim: İnsana ve toplumlara dünyayı zindan eden idari, siyasi ekonomik, sosyal ve kültürel "duvar"lar yıkıldı mı? Yıkılmakta mı? Yıkılacak mı? Biçim mi değiştiriyor? İnsanoğlunu çevreleyen, kuşatan duvarların yarınını nasıl görüyorsunuz? Ya alışılmış, kalıplaşmış inanç, bilim, sanat, gelenek ve yaşam duvarlarının geleceği üzerindeki düşünceleriniz nedir?
- Soru, aslında "Hürriyet Sorunu"nu kapsıyor, dedi. Tanzimat'dan beri Türk aydını bir hürriyet susuzluğu içindedir. Namık Kemal'in dediği malum:
"Ne efsunkar imişsin ah ey didar-ı hürriyet / Esir-i aşkın olduk, gerçi kurtulduk esaretten."
Nazım'la ilgili olarak Vâlâ Nurettin de şöyle anlatır:
"Esas hürriyet Batı'da yeteri kadar yokmuş, Rusya'daki devrimle gerçekleşecekmiş de", onun için bunlar oraya gitmişler.
Yani özlem, hürriyet özlemi. Kendi hesabıma ben de, özellikle 40'lı yıllarda bol bol hürriyet şiiri yazmışımdır. Meselenin künhüne vardıkça görünüm değişti.
Gözlerime baktı:
- Tarihimizde hürriyeti savunanlar, aydınlar, onların da çoğu sanatçılardır. Üstelik özlemleri doğru dürüst toplumsal bir tabana dayanmıyor, dahası soyut. Oysa gelişmiş toplumların tarihsel gelişmesi içinde hürriyetlerin somut, toplumsal, hatta sınıfsal birer tabanı var: Siyasi hürriyetleri tarih sahnesine burjuvazi çıkarmış, iktisadi hürriyetleri işçi sınıfı savunuyor. Türkiye'deyse münhasıran aydınlar başlamışsa, birşey aksıyor demektir.
Sesini yükseltti:
- Siyasi hürriyetlere burjuvazi sahip çıkamıyor, çünkü gelişmemiş. Ya da "komprador", yani dışa bağımlı olarak oluştuğu için, onun savunduğu hürriyet, "yabancı sermayeye ve yabancı kültüre hürriyet" olmuş. Toplumsal bir taban, ulusal bir burjuvazi, olmazsa aydınların hürriyet isteği ne dereceye kadar somutlaşabilir? İkiyüz yıllık tarihimiz bu sorunun cevabını pek güzel vermiştir. Sorunuzdaki "duvarların" varlığı buradan geliyor. Yalnız şunu da unutmayalım? Bu "duvarlar" antitez'lerdir, yani geleceğin sentezlerine ulaşmak için mevcut tezlerin çatışacağı karşıtlıklar. Toplumsal gelişmenin her aşamasında tez antitez ikiliği ya da çelişkisi mutlaka olur. Tarihsel determinizmin olduğu kadar, diyalektik hareket yasalarının da gereğidir bu.
Düşüncemin anlaşılmasında Marks'ın şu önemli sözü yardımcı olacaktır sanırım:
"Hürriyet, zaruretlerin idrakidir".
201
- Yani "özgürlük, zorunlulukların bilincine varıştır". Peki, gelelim başka, bir konuya: Doğu neye göre doğuda, Batı neye göre batıdadır? Bu görece kalıplar nereye kadar sürecek? Uygar insan kimdir? Uygar kafa tanımlaması nedir?
- Uygarlık sorununa "kozmik" bakmak lazım, ben bunu Malraux'dan öğrendim. Diyor ki, yeryüzüne uzaktan bakınca, çok eski çağlardan bu yana, Mezopotamya, Mısır, Çin, Maya, Aztek,Yunan, Hristiyan, Müslüman ve benzeri uygarlıkların belirli dönemlerde belirip yükseldiğini, sonra da güçsüzleşip yerlerini başka uygarlıklara bıraktıklarını görüyoruz. Hıristiyan tabanlı fakat laik Batı uygarlığı, hepsi dinsel kökenli olan önceki uygarlıklardan bu niteliği ile ayrılır. O, akla yani bilimlere öncelik tanımıştır. Bilimleri üretime uygulayarak teknolojiyi inanılmaz bir derecede geliştirmiş, bu yoldan elde ettiği güç üstünlüğüyle de yeryüzünün öteki ülkelerini ya açıkça yani "sömürge" biçiminde, ya da Çin, İran ve Osmanlı ülkesindeki gibi gizli ve sinsi olarak esir almıştır. Geçtiğimiz yüzyılın tamamı, bu yüzyılın önemli bir bölümü, yeryüzünün öteki bölümü için bu esaret altında geçmiştir. Batı "cebren ve hile ile" öteki ülkelere yalnız ekonomisinin değil, kültürünü de en üstün, en ileri, en mükemmel kültür olarak kabul ettirmiş, uygarlığın kendisiyle özdeş olduğuna inandırmıştır. Yirminci yüzyılın sonlarına doğru, elbette, ikiyüz yıldır yaşanan bu baskının etkisinde, daha milyonlarca insan vardır ki, Doğu'yu, Batı'ya göre Doğu'ya yerleştirir, uygarlığı Batı'ya tanır, Doğu'yu ise Batı ölçüleriyle değerlendirdiği için geri sayar.
- Ya Türkiye?
- Türkiye'de sorun, "çağdaş uygarlık düzeyi' sorunu olarak konuyor. Çağdaş uygarlığın akılcı yani rasyonel dolayısıyla laik bir uygarlık olduğu kesin. Bu türden bir uygarlığın ilk deneyi gerçekleştirenlerin batılı ülkeler olduğu da tarihen sabit.. Ama buna bakıp, uygarlaşmayı kendi uygarlık birikimimizi terketmek, onların uygarlıklarını taklit etmek şeklinde aldık mı, aslında uygarlaşmıyoruz, sömürgeleşiyoruz.
202
"Batı'nın maddi refaha dayalı uygarlığı, insanı ve doğayı eziyor."
- Neden?
- Çünkü kişilik sahibi bir uygarlaşma, akıl düzeyinde, batılı ülkelerin yaptığını gerçekleştirmemizi gerektirirdi. Onlar ne yapmışlar? Rasyonalizmi kendi koşullarına uygulamışlar. Bu ülkelerin laik ulusal sentezlerini çıkardıkları birikim, ana taban, ümmetçi-feodal kültür birikimidir. O halde, "çevre ülkelerinin" çağdaşlaşması için izlenecek yol da bellidir: akılcı metod evren sel, onu alacaklar, herbiri kendi ulusal koşullarından, geleneksel kültür birikimlerinden, çağdaş uygarlık bileşimlerini üretecekler. Toplumsal kurumlarından davranış biçimlerine kadar herşeyi, batılıların yaptıklarına bakarak, onları taklit ederek, değiştirmeyecekler. Dahası var, hanidir batılı yazarlar, Batı uygarlığının çıkmaza girdiğini yazıyor. Rasyonalizm, onun çocuğu olan pozitivizm, şu inanılmaz makina uygarlığını yaratmış, insanı aya götürmüş, üretimi akıl almaz bir zenginliğe ve çeşitliliğe kavuşturmuş ama, başlangıçta iddia ettiği ve beklediği anlamda mutlu kılabilmiş midir? Pozitivizmin siyasal düzeydeki önerileri, ünlü düşman kardeşler, kapitalizm ile sosyalizm, uygulandıkları ülkelerde, uygulandıktan biçimleriyle, mutlak değil nisbi düzeyde mutlu insanı yaratamadılar, sanayi toplumu aşırı bir kemikleşmeyle katılaşıyor, insanı ve tabiatı eziyor, doğal şartları dağıtıyor, en kötüsü de insana, insan tabiatına pek uygun olmayan yaşama biçimlerini zorluyor. Batılı uygarlığın el üstü gül üstü tuttuğu maddi refah, belirli bir yerden sonra, evrendeki yerini yadırgayan insanı avutamıyor. Bilimlerin ilerlemesine rağmen ölüm düşüncesi hâlâ var, yenilemedi. Ölüm yenilse, dünya ölmeyecek insan kalabalığını beslemeye yetmez, o da kimlerin öleceği, kimlerin kalacağı gibi inanılmaz çetrefillikte sorunlar getirecek. Bu bakımdan, uygarlığın tarifi, alışılmışın dışına taşıldı mı adamakıllı güç. Alışılmışın içinde kaldığımız taktirde, uygar insanı, aklın üstünlüğüne inanan insan olarak tanımlayabiliriz. Bu da taklitçi olmayan, gerçekçi ve yaratıcı bir kafa yapısını içerir, tabii hoşgörüyü de.
203
Türkiye solunun müzmin hastalığı: Sınıfla birleşmiş olmak!
- Gelelim başka bir konuya: Türk Solu ne alemde? Bir zamanlar türlü fraksiyonlara bölünen o garip sol şimdi nerelerde? Marksist sol sanki görünmez oldu, ruh gibi dolaşıyor. Neden? "Bu da geçer yahu" mu deniyor? Yoksa Türk Solu belirli kalıplardan kurtulup gerçekçi olmanın arifesinde mi? Türk "halkçıları" değil, Türk Solu, toplumu,insanını tanıyor mu? Yarınlara gidecek sol hangi soldur?
Biraz düşünüp konuştu:
-1941 'de "bulaştığıma" göre kırk küsur yıldır o solun içindeyim, dedi.
Ve çok ilginç bir söz etti:
- Eskidikçe, Türkiye'de solun ve solculuğun toplumsal değil, entellektüel bir gerçek olduğuna aklım daha çok yatıyor.
- Bu önemli bir gözlem. Nedenleri?
- İki nedene dayandığını söyleyebilirim. Önce, gerçek, gerçekçi bir sol, işçi tabanı üzerinde yükselir. Somut, yoğun, itilmiş bir işçi tabanı olacak ki, sosyalizmin ilkeleri toplumsal bir güç haline gelebilsin. Oysa ülkemizde, Devlet-i Aliyye döneminde aman aman bir işçi sınıfı olmadı. Cumhuriyet dönemindekiyse, sanayileşme düpedüz geciktirildiği ve "sistem" tarafından çarpıtıldığı için, zor gelişiyor. O yüzden de Türk solculuğu aydınların elinde kalmıştır. Daha da kötüsü, "komprador" etkisindeki "tatlısu frengi" aydınların. Onun için entellektüel bir gerçektir diyorum.
Ulusal özgüllükleri kavrayan sol nerede?
- İkinci neden?
- İkincisi de şu: Olduğu kadarıyla işçi kesimi, bu entelektüel solculuğa -hadi düşman demeyeyim- soğuk ve uzak duruyor.
Eskiden böyleydi, şimdi de böyle. Bunun nedeni de, sosyalistliğin Selanik kökenli, tamamiyle "alafranga", üstelik "ecnebi" bir cereyan olarak ortaya çıkışı.
204
İşçiler bunu yadırgıyor, yalnız yadırgamıyor, ülkedeki kültür ikiliği yüzünden reddediyor. Nedenini anlamak kolay: İşçi sınıfı eskimediği için Türk işçilerinin kırsalla, yani ümmetçi-feodal alt ve üstyapıyla ilişkileri sürmektedir, yaşam biçimleri, zevkleri, özlemleri bu çerçevede gelişiyor. Oysa aydınların sunduğu solculuklar "kravatlı ve şapkalı" birer öneridir, yani "ecnebiye" çalan, fazlasıyla "alafranga". Bu da ülkemizde solculuğun öğrenci, öğretmen türünden, haniyse "marjinal" diyebileceğimiz bir kesimin "fikriyatı" olmasına yol açıyor. Yerli, işçi tabanı olmayan, seyyar bir küçük burjuva tabanı üzerinde yükselmeye çabalayan, entellektüel bir sol, elbette sen-ben kavgaları, aşağılık kompleksleri, "kifayetsiz muhterislerin" kudret hırsları arasında, ya "lumpenliği" taban edinip terörizme doğru azacak, ya da kendi kendine gelin güvey olan etkisiz, hayli de züppe, bir "kapalı devre" aydın solculuğuna yozlaşacaktır.
Keskin bıçak "işlevini" bildiği gibi sürdürdü:
- Bunların ikisi de yaşanmıştır. Solculuğun Türkiye'de yerini bulması, bir yandan işçi tabanının nicelik ve nitelik olarak gelişmesine, yani yaygın, ciddi ve dengeli bir sanayileşmeye, bir yandan da taklit ve aktarma olmayan yöntem uygulamalarına bağlıdır. Önerilen sürekli "ecnebiden" aktarılması ise, bence, solu halkın gözünde "yabancılaştıran" en önemli etkenlerden biri.Aktarma solculuk, tamamiyle entellektüel (hatta onun da kötüsü, çünkü yaratıcı değil) düzeyde geliştiğinden, soyut oluyor, ülke ve halk gerçeğine dayanmıyor. Oysa gelişmekte olan burjuvazi, yani sağ, bu konuda şaşırtıcı bir gerçekçilik içindedir.
- Öyleyse Türk solu ne etmeli?
- Türk solu, ancak bilimsel -dolayısıyla evrensel- metodla, kendi koşullarına mahsus, orijinal ve bağımsız bir teori geliştirebilirse, işçi sınıfıyla barışacaktır.
Bürokrasi diktası nasıl oluşur?
- Olayın başka bir yönüne bakalım, dedim. Demokratik olduğu söylenen bir ülkede, diyelim ki, dünyanın herhangi bir yerinde, ekonomik, sosyal ve politik düşünce yelpazesinin ancak bir bölümü yasal açıdan parlamentoya y ansıyabilirse, genelde bütün uygulama ve yasalar buna paralel olursa, basının sesi türlü biçimlerde kısılır, alaturka gibi tek sesli müziğe dönüşürse, bu ülkenin yapısı ne kadar demokratiktir? O ülkede ne tür bir yönetim vardır?
205
- Böyle ülkeler dünyanın her tarafında bol bol var, dedi. Batı blokunda olduğu kadar, Doğu blokunda da, Üçüncü Dünya'da da. Etiketleri değişik, ülkesine göre cumhuriyet, halk cumhuriyeti, cemahiriye, demokratik cumhuriyet ve benzeri olarak değişiyor. Rejim, ulusal demokratik ya da sosyalist etiketli bir devrimden sonra oluşabiliyor. Değişmeyen, hep aynı kalan esas galiba şu: Bu toplumlar ümmetçi-feodal tabanlı mutlakiyetçi, yarı dinsel egemenlikleri, gelişmiş yerli, yani ulusal burjuvazinin gücüyle devirip burjuva-liberal millet aşamasına daha atlayamamış toplumlar! Burjuvazi yok, burjuva kültürü yok, ulusallık bilinç olarak gelişmemiş. "Devrimi" ise, bürokrasi, bazen aydınlarla, bazen ruhbanla, bazen toprak ağalarıyla "ittifaklar" yaparak gerçekleştiriyor. Tabii, dizginler onun elinde. Öyleyse sonunda bunun, bir "merkeziyetçi bürokrasi diktasına" yönelerek yozlaşması önlenemez.
- Nedir "merkeziyetçi bürokrasi" diktası?
- Rejimin etiketi ne olursa olsun, aslında yönetim, yukarıdan aşağıya doğru geliştirilmiş aşırı disiplinli bir örgütün, sırasına ve yerine göre bir partinin, askeri ya da sivil bürokrasinin elindedir. Toplumsal düzen o örgütün istekleri doğrultusunda tek sesli olarak düzenlenir, artık-değer o bürokrasinin cebine girer, bu yüzden de o ülkede herşey belirli yasaklarla ya da izinlerle çerçevelenmiştir. "Resmi" etiketler ancak "yandaşlar" için inandırıcıdır.
Bir an durdu, nefes aldı, sonra çivisini yerleştirdi:
- Tarih ve toplum gerçeği şunu gösteriyor: Az gelişmiş toplumlar eğer devrimlerini üretici toplumsal tabanlara dayandırmaz, şu ya da bu şekilde, "onlar adına" hareket eden bürokrasilere dayanarak yaparsa, merkeziyetçi bürokrasi diktaları kaçınılmazdır!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.