SELİM İLERİ'NİN KİTAPLARINA ALMADIĞI İKİ ÖYKÜSÜ VAR ''BEYAZ GELİNCİK'' VE ''SAVAŞ ÇİÇEKLERİ''
''BEYA GELİNCİK''
YENİ DERGİ
YIL:10
SAYI:120
SAYFA:-5-9
EYLÜL, 1974
(YAYIMLANMIŞ HİKÂYESİDİR''
''BEYA GELİNCİK''
YENİ DERGİ
YIL:10
SAYI:120
SAYFA:-5-9
EYLÜL, 1974
(YAYIMLANMIŞ HİKÂYESİDİR''
*
''SAVAŞ ÇİÇEKLERİ''
YENİ UFUKLAR
Y.YILI::1967
SAYI:182
SAYFA:57 - 58
*
DOĞA TUTKUNU YAZAR: SELİM İLERİ
ÇOCUKLUĞUMDA İLKYAZ
''.....
Bu yıl İstanbul'da birden açtı ilkyaz çiçekleri. Tabiî yine o kaygılı söyleniş: Havalar birden ısındı, bahar yaşanmayacak. Mevsimlik denirdi eskiden, mevsimlik kumaş, hanımlara tayyör, beylere takım elbise filan. 'Mevsimlik' giysiler yalnızca ilkbaharın ve sonbaharındı. Hemen yaz geldiğinden, hemen kış geldiğinden mevsimlik giysiler de ortadan kalkmış. Belki bir iki yaşlıca İstanbullu'nun gardırobunda; yıllar renklerini soldurmuş, giyilmeye giyilmeye şekillerini kaybetmişler...
Oysa öyle miydi?! İstanbul'a bahar usul usul, duraksaya duraksaya gelirdi. Nerde 'hemen yaz'! Yaz gelinceye kadar nice günler geçecek, üstelik 'sayılı günler', meselâ nisanın altısı Kırlangıç Fırtınası...
Bu Kırlangıç Fırtınası'nı çocukluğumda öyle çok işittim ki, sonra, ilkgençliğim biterken bir öykümün adı yaptım. Sayılı günlere, sayılı günlerin adlarına hayranlığım belki hep bu Kırlangıç Fırtınası'ndan.
Derken Kırk İkindi Yağmurları başlayacak. Gerçekten kırk ikindi sürer miydi? Nisanın sonunda Öküz Soğuğu var! Kaç gün sürerdi Öküz Soğuğu? Mayısla birlikte Çiçek Fırtınası'nı, Filizkıran Fırtınası'nı artık saymıyorum...
Ama sevgili anneannem hep sayardı. Günden güne takip eder, mevsimlerin seyir defterini her yıl yeniden tutardı.
Öyle anlaşılıyor ki, eski güzler, eski ilkyazlar birer anı artık, kırık dökük hatırlayışlar. Benimkilerin çoğu Kadıköyü'nden. Geren Apartımanı'nın küçük, hep rutubetli arka bahçesindeydi o yeşil erik ağacı, önce onun çiçeklenişinden anlardık, işte ilkbahar! Beyaz bahar çiçeklerini, pembeler, kırmızılar yakar geçerdi sonra.
Geçmiş zaman mevsimlerinde, doğup büyümeye koyulduğum Kadıköyü o kadar tenhaydı ki, ne trafik uğultusu, ne kalabalığın yankısı, şöyle sokaktan geçerken dinleseniz, baharın sesi.
Bahçeli evler daha bitmemiş. Hayır, handiyse hepsi yerli yerinde. Tam Füruzan'ın hikâyesindeki gibi: "Gül Mevsimidir". Şifa'da Amiral Cevat Bey'lerin ön bahçesinde renk renk güller, sarılar, turuncular, pembeler, kırmızılar, siyaha çalar şarabîler, sonra "bu yıl" açmadığına üzülünen beyazlar. Sanki bir gül bahçesiydi orası.
Oysa arka bahçeye açılan dar yol da silme ortancaydı. Koca kafalı eflâtun, çividî ortancalar bazan o dar yola taşar, siz geçerken kucaklaşmaya niyetlenirlerdi.
İlkyaz ortalarken fışkıran buğulu mor salkımları Neşecan Yenge'lerin Göztepe'deki köşklerinden hatırlıyorum. Mor salkım İstanbul'un ilkyaz çiçeğiydi. Şimdi erguvanların modası var ama, 1950'ler İstanbul'u her semtinde, her sokağında mor salkımlıydı. Çağlayan gibi aktıkça akarlar, dallarından eflâtun bir yağmur gibi sarkarlardı.
Dedemlerin Bakla Tarlası Apartımanı'ndaki ön bahçeyi bunca zaman sonra, işte artık yarım yüzyıl sonra iyice küçük, iyice ufalmış hatırlıyorum. Sahi, o kadar mı küçümen, ufaraktı?
Yine de çiçekler şöleniydi. Girişte iki sıska sütun, birinde ille hanımelleri, diğerinde çarkıfelek. Çarkıfelek çiçeğini bütün çocukluğum boyunca efsanevî bir yaratık gibi alımladım. Dakikalarca seyrederdim. Fırıldak çiçeği de deniyor çarkıfeleğe, saat çiçeği de. Cılız sütuna tutunur, sarmaşır, çiçekler aça aça boy atardı.
Dedim ya, saat çiçeği, kadranı, akrebi, yelkovanı gözünüzün önünde. Ne var ki rakamlar biraz silik...
Hanımeli arılara şölendi. Fakat hangi hanımeliydi? Sarı hanımeli mi, tatlı hanımeli mi, yoksa trompetli hanımeli mi? Unuttuğumdan değil; o zamanlar öğrenmemişim.
Oraları hep bakla tarlasıymış. Dedem bu yüzden apartmanın ismini Bakla Tarlası koymuş. Doğrusu pek yadırganmıştı, gülümsemelere yol açmıştı.
Çok daha eskilerin bakla tarlalarından bir şeyler, avuç içi kadar bir yerler kalmış olmalı ki, kıyıda köşede, sağda solda gelincikler açardı, bir ikisi yan yana, kimileri yapayalnız. Gelincik, bakla tarlalarında baharın öncüsüymüş.
Söylüyorum, kimselere inandıramıyorum; gelinciğin kıpkırmızısı herkesçe bilinir, beyaz gelincik, turuncu, pembe, eflâtun, mor gelincikler dediniz mi şaşıyorlar. Gelincikler öyleydi, hele eflâtunları gönül yakıcıydı...
Çok çiçekler anlattım; çocukluğumun ilkyazlarında bahar yalnızca çiçekler değildi. Kuşlar, arılar, arıların vızıltısı, derken toprak kurbağalarının çekingen vırakvırakları. Doğayı henüz dinleyebiliyordunuz...
Benim için ilkyaz -bir hayli- dil peynirinin ortalarda görünmesiydi. Bayılırdım dil peynirine. Kadıköyü Çarşısı'na ineceksiniz, çarşıda artık hangi dükkansa, tabiî adında 'şarküteri' filan yok, 'mezeevi'nden dil peyniri alacaksınız. Lif lif açıldı mı süt kokar, incecik süt sızar.
Dil peyniri, havalar azıcık ısındı mı, ortalardan çekilir. Gelecek ilkyaza kadar bir daha görünmez. Hasretle beklerdim.
Turfanda meyveler, sebzeler, hepsi öyle. Bir 'ilk' turfanda vardı, bir de 'son' turfanda. İlk turfanda enginarla, domatesle, patlıcanla bezenmiş. Hepsi baharın müjdecisi. Biz orta hallilerin sofralarında sadece adları anılıyor, kayık tabaklarda, salata kâselerinde ilk turfandalara pek rastlanılmıyor.
"Günler uzadı..."
"Günler ne kadar uzadı!.."
Bunlar biraz da Kadıköyü Çarşısı'ndan dönülürken söylenirdi. Çünkü çarşıdaki dükkânlar, kapı önlerinde, açık tezgâhların üstündeki çıplak ampullerini daha yakmamışlar. Erken bastıran güz, kış karanlıklarından kurtuluş da bir bahar habercisiydi.
İskeleye inip babanın dönüşünü beklemek, işten yorgun argın dönen babayı karşılamak nisanla başlardı. Mart soğuk geçer, nisanda İstanbul ılınır. Haftanın üç dört günü süren bir törendi bu, törenimsi bir karşılamaydı.
Hele Moda iskelesinde gidilmişse, Bahariye'ye geri dönüş, yollar, kısa yokuş, Kadıköyü'nün çoğu kâgir evlerini, bahçelerdeki malta eriği, palmiye, şakayık şenliklerini seyretmek artık gönlümde.
Yok, Kadıköyü iskelesine inilmişse, dönüşte ille çarşıdan geçilir, yeşil salata, taze soğan, kırmızı turp alınırdı. Naylon çağı, poşet çağı değildi. Manav, salataları, soğanları uzunca tığla rafyaya geçiriyor. Evde akşam sofrası kurulmuş, yemekler pişmiş; salata taze doğranacak.
Mevsim geçiyor, farkında mısınız? Artık kavun karpuz beklenecek. Karpuz çok önemli. Çünkü karpuz kabuğu denize düşmeden, hava ne kadar ısınmış olursa olsun, biz çocukların denize girmesi yasak. Oysa Doktor Ramiz Bey, yaz kış her gün, Cüce Şubat Fırtınası'nda bile, Kalamış'ta "deniz banyosu alıyor". Üstelik tanışlarına, hastalarına ısrarla salık veriyor: İnsan sağlığı, dinçlik için çok faydalıymış, vücut hemen alışırmış, deniz suyu zaten kolay kolay soğumazmış.
Dedem diyor ki: "Deli doktor Ramiz bakalım hangi kış zatürreden mortoyu çekcek?!."
Çoktan yitirdim hepsini. Çoktan yitirdim o ilkyazları da.'' SELİM İLERİ
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.